Prof. Dr. Ali Özçelebi (1943-2006)



Ali Özçelebi'yi Anma Etkinliği

Bursa'nın Kültür İnsanları 

Bursa ve Fransızlar

Uludağ Üniversitesi'nin Kurulma Süreci

Akatalpa ve Şiir

 

 
      Eğitimci, akademisyen.
     İlk ve orta öğretimini Kilis’te yaptı.  1967 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitildi. 1971-1973 arasmda doktora çalışmasını Paris'te tamamladı. 1974-1975'te İspanyol hükümetinin bursuyla Madrit'e gitti, sekiz ay süreyle çeşitli kütüphanelerde araştırma yaptı ve bu arada İspanyolca öğrendi. 1984'te Romantik Fransız Yazınında Türkiye İmgesi (1830-1855) konulu teziyle doçent oldu. İki kez Fransa, bir kez İspanya hükümetlerinin bursuyla Paris ve Madrit'te araştırmalarda bulundu. 1984'te Bursa'ya yerleşti. 1989 yılında profesörlüğe pikseldi. Üç yıl sonra (1992) Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ne dekan olarak atandı. 1995'te aynı göreve yeniden seçilerek atandı. Bu görevini 2000 yılına değin sürdürdü, yeni seçimlerde aday olmadı. 2001'de emekliye ayrıldı ve Fransa/Toulouse'a yerleşti. Burada da her ortamda ülkemizin gönüllü bir elçisi gibi hareket etti.
Türkiye Felsefe Kurumu, Bursa Türk-Fransız Kültür Derneği, Ankara İbero-Amerika Dostluk Derneği üyesi ve Bursa Filarmoni Derneği kurucu üyesi ve başkanı olan Özçelebi'nin öykü kitapları yanında, Fransızcadan bir, İspanyolcadan dört çeviri romanı ve çeşitli araştırmaları yayımlandı. Bunların yanı sıra TRT-2 için Avrupa'da Bin Yıl adlı belgeselin Fransa ile ilgili bölümlerini hazırladı. 1991'de "Ömer Seyfettin Öykü Yarışmasında üçüncülük ödülü aldı

    Türk-Fransız Dostluğu Derneği başkanlığı gibi birçok derneğin ve projenin yönetiminde aktif görev almıştı.Bursa Filarmoni Orkestrası’nın kuruluşunun öncüleri arasında yer alan Özçelebi, 1995 yazında Uludağ Üniversitesi bünyesinde Bursa'daki ilk Uluslararası Heykel Sempozyumu’nu gerçekleştirmişti. 2006'da vefet etti. Sadece günlüklerini okumak, onun Bursa'nın kültür sanat hayatındaki önemini ortaya koyabilir.


Bursa Günlükleri
9 Mayıs 2001
   Bilgisayarımda “yazı taslakları” diye bir dosya var. Usuma gelen bir düşünce ya da Bursa’da yaşadığım, izlediğim bir olayla ilgili gözlemlerim... yani ileride bir yazıya dönüştürülebilecek her şeyi not ettiğim. Bir de üzerinde çalıştığım, henüz son biçimini almamış yazılar bekler burada. Bursa Hakimiyet’in cuma günleri yayımlanan sanat eki kapanmadan önce- nedense her türlü tasarruf önlemi ilk önce kültür sanat işlerine uygulanıyor bizde- bu dosya çok hareketliydi.
16 Mayıs 2001
   Demirkapı’da onarttığımız eski Türk evine taşındığımızdan bu yana çok farklı- benim konumumdaki biri için çok farklı demek istiyorum- iki hobi edindim: Fransızların “bricolage” dedikleri ufak tefek ev içi tamir işleri, bir de bahçıvanlık. “Emekli olsam mı?” Başka nedenlerle üniversiteden soğuduğum şu günlerde yazmak ve bu iki işi yapmak, yapmasam da yapabilme olanağına sahip olduğumu düşünmek beni çok mutlu ediyor.
17 Mayıs 2001
   Nilüfer Belediyesi, Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti ve üniversitenin katkılarıyla, birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında, sanat ve kültür alanında inanılmaz bir katkı sağladı Bursa’ya. Belediye başkanı sayın Mustafa Bozbey ve bu etkinlikleri kotaran Feza Soysal’a sağ olun diyeceğim ilk karşılaşmada. Bu arada Büyükşehir dahil tüm belediyeler, sanatsal etkinliklerin bir boyutunu savsaklıyorlar: Plastik sanatları.
18 Mayıs 2001
   Bugün akşamüzeri Müzeler Haftası etkinlikleri içinde Arkeoloji Müzesi’nde, yıllardır biriktirdiğim, müzelerde açılmış sergi kataloglarıyla bir sergi düzenledim. Daha önce de Büyükşehir Belediyesi kütüphanesinde sergilemiştim. Gördüğüm müzelerin farklı yanları, etkinlikleri üzerine “Dünya müzelerinden bir kesit” başlıklı bir de konuşma yaptım. Beklediğimden çok insan vardı. Soru soran olur diye kısa kestim ama sorulmadı. Yine de iyi geçti.
Arkeoloji müzesi
19 Mayıs 2001
   Tomur hanımlar gelecek bugün. Esat (Uluumay) Bey haber almış bunu. Şair Ahmet Paşa medresesini, kişisel koleksiyonunu sergileyeceği bir “Etnoğrafya Müzesi ve Araştırma Merkezi”ne dönüştürmek için canı dişinde çabalıyor. Yeri gelmişken, medresenin ona kiralanması konusunda valimiz A. Fuat Güven ve emeği geçenleri kutlar, sayın Ahmet Erdönmez’in de böyle bir yere gereksinimi olduğunu anımsatırım.
   Tomur Hanım’ın ressamlığı yanında müzeciliği de vardır. Esat Bey onları buluşturmamı rica etmişti. Saat 16’da medresede buluşmaya karar verdik. Gittiğimizde Bayan Uluumay oradaydı. Üniversitenin karşısındaki eczanelerden biri, benim son zamanlarda reçetelerimi yaptırdığım eczane, kızlarınınmış. Meğer gözüm oradan ısırıyormuş.
   Esat Bey medreseyi gezdirdi. Epey yol alınmış. Konuştular, sergileme, aydınlatma, ışığı yalıtma… Coşkuluydu Esat Bey, biraz da kaygılı. Sorun her zamanki gibi para. sponsorlar, bürokrasi… Tomur Hanım ona öğütler, adresler veriyor. Esat Bey konuklarımızı akşam evine çağırıyor, gümüş takı birikimini göstermek istiyor onlara. İnanılmaz bir ev, müze gibi. O kadar çok ki, medreseye yalnızca takıların sığabileceğini düşünüyoruz. Üstünkörü bir bakışla bir saatten fazla sürdü görmemiz. Bizim evde yemeğe gittik. Müzeden, takılardan, sanattan konuşmayı sürdürdük. Esat Bey yurt içinde ve dışında açtığı ya da katıldığı sergilerden anılarını anlattı. .. Daha ciddi bir başka konudan açtık sözü. Kentimizde bir Modern Sanatlar Müzesi kurmak. 1995’teki Uludağ Üniversitesi Uluslararası Heykel Sempozyumu’ndan beri düşlüyoruz bunu bir avuç insan. Eski rektörüm sayın Ayhan Kızıl anımsar mı? Fabrikayı Hümayun’u düşünüyorduk. Yeni rektör sayın Yurtkuran’a ve eşine de, aramız bozulmadan önce, sözünü etmiştim bu fikirden. Bunu beklerken Villa Biçen’in müzeye dönüştürülmesini önermiştim. Şimdi beni üniversiteden çok kent ilgilendiriyor. Yapılabilir. Fabrikayı Hümayun gibi korunmaya değer bir yapı önerilirse, Unesco’da, Avrupa Birliği’nde harekete geçirileblecek fonlar var. Kimi sanatçılar, kişiler ilk açılışta müzelere bağış veriyorlar.
   Esat Bey belediye başkanı sayın Bilenser’e açmış konuyu, bir yer bulmasını istemiş Kültürpark’ta. Ben artık büyük yapılar düşlemiyorum. Nerede olursa olsun herhangi bir bina yeterli olur başlamak için. Binaya “Bursa Modern Sanatlar Müzesi” tabelası asılır, bir müdür, bir sekreter alınır. İçine ilk elden bağış olarak alınacak yapıtlar konur. Kültür Bakanlığı’na gidilir, “biz bir müze açtık, gelin size devredelim” denir. Bursa Bölge Senfoni’nin nasıl kurulduğunu anımsayanlar ne demek istediğimi anlarlar.
23 Mayıs 2001
   Bugün arkadaşımız Genevieve geldi. Öyküsü ilginç. Asıl işi duvar ustalığı. Evet, Genevieve kadın adı. Diplomalı, sertifikalı, birinci sınıf kadın duvarcı ustası. Çocuklarını büyütüp İspanyol kocasından ayrıldıktan sonra işsiz kalınca mozaiğe merak salmış, okumuş araştırmış, ufaktan başlamış. İtalya’da eğitim almış. Akdeniz havzasındaki eski Yunan ve Roma kentlerini dolaşıyor. Zeugma’yı duyup televizyonda görünce Türkiye’ye gelmeyi düşlemiş. Müzeye gidip Öcal Beyle tanıştıracağım onu. Bakalım neler yapabiliriz onun için.
30 Mayıs 2001
   Genevieve Kilis’e gitti. Dün Öcal Bey ve arkadaşlarıyla Büyükorhan’da bir kazıya gitti. Tam da mozaik kazısına. Çok mutlu döndü. Onu anayola çıkarıp bir minibüse bindirmişler. Tek sözcük Türkçe bilmemesine karşın insanlarla ahbap olmuş. Ona bir torba çilek vermişler. Bugün de tek başına Bursa’da gezmek zorunda kaldı. Adresimizi gösterdiği birileri onu belediye otobüsüne bindirmişler. Bileti yokmuş elbette, bir şey söylememiş şöför. Üstelik durak dışında durup bizim evin tam karşısında indirmiş onu. “İnanılmaz bir ülke Türkiye” diyor, “İstanbul’da adım başı kazıkladılar beni, çünkü turisttim” diyor. “Bursa’da elimde bir Türk’ün adresi var, eceler gibi karşılanıyorum”. Nasıl anlatmalı ona bu ülkenin insanlarını? En iyisi bırakalım, kendi öğrensin.
31 Mayıs 2011
   Bugün okula gitmedim. Sabah çok erken kalktım, romanımda küçük değişiklikler yapmaya. Odile kahvaltıya çağırmasa sürdürecektim. Bugüne kadar 56 sayfa yazmışım. Adı kesinleşmedi henüz, büyük bir olasılıkla ‘Üniversitede Öğretim Üyesi Olmanın Dayanılmaz Hafifliği’ olacak. Biraz uzunca ama daha iyisi usuma gelmiyor.
    Kahvaltıdan sonra biraz bahçede çalıştım. Biber tarhını yaban otları sarmıştı, onları ve çakıl taşlarını ayıkladım. Sonra yine bilgisayara döndüm. Değişiklik olsun diye çeviri yapmayı sürdürdüm. Can Yayınları için İspanyolcadan bir kitap çeviriyorum: Soledad Puertolas’ın Queda la Noche adlı romanı.

1.6.2011

   Ne çok şey var görülecek! Bugün Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde ve Tayyare Kültür Merkezi’nde ikisi bizim öğrencilerin, biri hocalarından birinin olmak üzere üç sergi açılıyor, neredeyse aynı saatlerde. Bir de 40. Uluslararası Bursa Festivali’nin açılışı var. Önce eski öğrencim Nurhan Yeşil (Kolaylı)’nın sergisinden başlıyoruz.
   Belli bir sıra içinde yerleştirilmiş on büyük boy yağlı boya tablo. Nurhan bunlara ‘ikon’ diyor. Her biri bir şey anlatıyor ama tümü bir bütünlük. Çok erken gittiğim için biraz bana anlattı sanatçı, ama ben önce gördüklerimi yazayım. Tüm tuvaller üçe bölünmüş, en altta Toprak (Yer), ortada Su mavi ve üstte Hava (Gökyüzü). Bu üç elemente dördüncü bir boyut eklenmiş, bir çift insan, daha doğrusu “zaman merkezinde insan”. Çok belirsiz birkaç çizgiden oluşturulmuşlar. “Bu insanlar sırtlarını ışığa dönmüşler” diyor Nurhan, “iyi bir şey değil”. Bu yüzden tam belirgin görünmüyorlar. “Çalışmalarımda söz konusu olan insan, kendi özünde olması gereken her şeyden uzağa giden, ışığı sürekli arkasına alan insandır. Oysa biz her zaman ışığı önümüze, rüzgârı arkamıza aldığımızda varoluş sürecini tam anlamıyla yaşamış oluruz. Bu projede on tuval resmi var. Bunlar bir insan figürüyle başlar ve son karesinde bir yıldız gibi kayar gider. Beyaz olan ölümün ifadesidir ama onda bile tutkular (kırmızı renk) vardır. Ölümden sonra yaşam beklentisi ve inancıdır bu. Aradaki resim kareleri yaşamsal olgulardır. Soyutlama etkilerini Worringer’in görüşlerine bağlı kalarak uygulamaya çalıştım”.
   İçe dönük parmak uçları yukarı kalkık el,”dur” der gibi. Sonrakiler sırasıyla yorgunluk, bıkkınlık, boyun eğme, bekleyiş, umutsuzluk. Anlatmakla olmayacak, gidip görmeli, değer buna. Sonra da bu işi anlayan birileri, doğru dürüst bir eleştiri yazısı yazmalı. Ne dersiniz, artık Bursa’ya bir plastik sanatlar, resim, heykel, bir de müzik eleştirmeni gerekmiyor mu?
2.6.2011
   Bugün Rus Ordu Korosu ve Dans Topluluğu’nu izledik. Duyardık televizyonda, filmlerde görürdük Kızıl Ordu Korosu’nu. Açık Hava Tiyatrosu bu denli kalabalık olmuş muydu? Ben ilk kez görüyorum. Ön sıralara, arka sıralara baktım, herkes mutlu. Çünkü herkese göre bir şey var. Tarkan’ın şarkılarına değin. Biliyorum, izlencedeki kimi şarkılar, danslar eleştirilecek, "bu eski Kızıl Ordu Korosu değil denecek. Biz klasik koro dinlemeye geldik, üç farklı şeyi karıştırmışlar, sulandırmışlar", denecek. Benim usuma de geliyor bunlar. Bu akşam kim bilir kaç kişi klasik koro şarkılarını ilk kez duyuyordu. Kötü mü oldu? Senfoni konserlerine hiç gitmeyen insanlar oradaydılar. İstiklal Marşı’nı, Onuncu Yıl Marşı’nı böyle bir korodan dinlediler. Bir çoğu belki de Rusların da bizim gibi insanlar olduğunu ilk kez gördü. Az şey mi bunlar? Değerdi, düşünenleri kutlarım.
4.6.2001
   Bir güne ne çok şey sığabiliyor, zaman iyi kullanılırsa… Önce değişik ulustan bir grup çoğu genç insanla Misi köyüne pikniğe gittik. Bursa’daki Protestanlar pazar günleri toplanıyorlar. Odile Katolik ama başka kilise olmadığı için arada sırada onlara takılıyor. İşin ucunda piknik olunca ben de katıldım. Duaları biraz uzun sürdü, İngilizceydi ama bizim dinimizin de onaylamayacağı şeyler söylemediler. Hatta bir ara Peter (Pastör) Tanrının nimetlerinden söz ederken, “Bademli’de, başka yerlerde kocaman beton evler yapmak için güzelim zeytin ağaçlarını kesiyorlar. Pişman olacaklar” dedi. Doğrudur, yakında zeytinyağı da yetmeyecek, Yunanistan’dan alacağız. Çünkü onlar delinmeyen bir yasayla zeytin ağaçlarını çoktan beri koruma altına aldılar.
   Yemekten sonra toparlandık, Bademli Villaları’na Yannick’lere gittik yüzme havuzunda yüzmeye. İlk kez bu kadar yakından görüyorum bu evleri. İnsan küçük dilini yutacak neredeyse. Ne New York yakınlarında sayfiyelerde, ne de California’da bunca çoğunu, bunca büyüğünü bir arada görmedim. Şimdi neden Türkiye’nin yoksullaştığını, kriz üstüne kriz yaşadığını daha iyi anlıyorum. Eski Yunan’dan beri temel erdemlerden olan ölçülü olmayı elden bırakınca böyle oluyor işte. Buraya harcanan paralar ülkeye gelir getirici başka yatırımlara dönüştürülseydi… aylık iki bin dolara kadar kiralanabiliyormuş. “Ne güzel işte, yabancılar döviz bırakıyor” diyenleri duyar gibiyim. o paranın yine bizim cebimizden çıktığını söylesem, ne dersiniz? Güzele, konfora karşı değilim, yalnızca abartmamak, öncelikleri doğru saptamak gerek diyorum.
   Eve dönüp biraz dinlendikten sonra bu kez Parkan ve Fethiye Sanlıkol’ların akşam yemeğine gittik. Filarmoni Derrneği üyeleri ve müzik öğretmenleri ağırlıktaydı. Doğal olarak müzik, en çok da Rus Ordu Korosu konuşuldu. Yarın akşam Afrika müziği konseri var. Perşembe akşamı da Türk-Yunan müziği birlikte söylenecek. Festival kapsamındaki sergiler haftaya başlıyor. Bu hafta içinde de iki önemli sergi var. Biri yarın, 6 haziranda Kitap Evi’nde açılacak Burhan Doğançay resim sergisi. Ötekisi Çarşı Sanat Galerisi’nde 9 haziranda başlayacak Nermin Bezmen sergisi. 16 haziranda ana bilim dalı öğrencilerimizin mezuniyet yemeği, 23 haziranda Bursa Türk-Fransız Kültür Derneği’nin geleneksel yıl sonu yemeği var. Haziran yoğun geçecek.
9.6.2011
   Az önce Tomur Hanımla konuştum. Bursa Festivali'nin açılış kokteylinde Sayın Erdoğan Bilenser'e bu festivale bir de Heykel Sempozyumu eklemek gerektiğini söylediğimde, yanımda Melek Hanımla Ekrem Bey de vardı. "Ben de isterim, neden olmasın. Bir öneri, bütçe getirin" demişti. Daha önce Melek Hanımla da konuşmuştuk bu konuyu. O zaman da yanımızda İlhan (Özer) vardı. Klasik mermer heykel çalışmaları, Yalova'nın, İzmit'in, Değirmendere'nin yaptıkları gibi. Ekrem Beyle bir araya gelmeden önce İstanbul'daki arkadaşlarla konuşmak gerekiyordu. Tomur Hanım katılmayı kabul etti. Meriç'in (Hızal) telefonlarını aldım. Geç olduğu için yarın arayacağım.
8.11.2001
   Dün sabah Duaçınarı'na bankaya gitmek için evden çıktım. Aşağı, Muradiye'ye indiğimde cebimde 150.000 liradan başka paramın olmadığını gördüm ama otobüs biletim vardı. "Zararı yok, otobüsle Heykel'e gidip para çeker, yola devam ederim" dedim ve gelen ilk otobüse attım kendimi. Meğer Halk Otobüsü imiş, bendeki biletler geçersizmiş. Biletçi genç bir çocuk, para istedi. "Param yok" dedim, "önemli değil, buyurun oturun" dedi. İşimi hallettim, üniversiteye gitmek için yolun karşısına geçtim. Batı garajına otobüs var mıdır diye düşünürken Heykel'e giden bir otobüse bindim. Belki inanmayacaksınız ama bu da Halk Otobüsü imiş. Yine bilet geçersiz. Çektiğim paralar on milyonluk banknotlar. Birini ezile büzüle uzattım biletçiye. "Bozuk yok mu" dedi. "Yok" dedim boynumu bükerek. Yine "önemli değil, buyrun geçin" dediler.
   Bunları niçin anlattım? Önümüzdeki hafta emekli oluyorum. Bir ay içinde sürekli başka bir ülkede yaşamak üzere Bursa'dan ayrılacağım. Dün gece kötümser bir dostum, bir kez daha artık Türkiye'nin yaşanmaz bir yer olduğunu, gitmekle iyi ettiğimi yineledi. Ben de, "o kadar da abartmayalım" dedim ve yukardaki olayları anlattım. Fransa'da olanaksız bu. Belki metroya turnikelerin üzerinden atlayarak binebilirsiniz ama otobüse biletsiz, kartsız binmeniz, "özür dilerim, param ya da bozuk param yok" demeniz olanaksız. Daha bir yığın şey olanaksız, ama burada olmayan bir yığın şey de olanaklı.

3.12.2001
   Pazar akşamı Abdurrahim ve Esin (Korukçu) yemeğe davet etmişlerdi. Salim ve Suzan'ı da çağırmış. İstanbul'dan dönüşte Salim (Erbaş) aldı beni otogardan. Yağmur yağıyordu. O yemekte de iki üniversiteyi, bizimkindeki rektörlük, dekanlık seçimlerini, döneklikleri, iki yüzlülükleri, yanlışları konuştuk. Çanakkale'den söz edildi daha çok. Güzel Sanatlar Fakültesi dekanının süresi bitiyormuş, beni düşünüyorlarmış. "Hayır dedim, sağ olun ama istemem..." Gerçekten de istemezdim. Bursa'nınkini önerseler, koşullarımı kabul etmeyeceklerini bildiğim için onu da kabul etmezdim. Daha önce de belki abartarak değindim: yoruldum, tiksindim üniversitelerden; hocalık ayrı bir şey, ama yöneticilik, üniversitelerdeki sağlıksız hava, solunacak gibi değil artık. Bunları söyler ve yazarken üzülüyorum elbet.
*  *   *
   (Fransa'ya taşınma kararım sebebiyle) Cumartesi gecesi bir veda yemeği düzenlenmişti, İstanbul'da birkaç dostla. Gittiğimizde Kadri ve Nilgün Özayten oradaydılar. Sonra Tomur ve Meriç hanımlar, eskiden İ.İ.B.F'de çalışan Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu geldiler. En sonra da Meliha ve Vicdan'ın oğlu Ahmet Can ve kızım. Böyle bir yemekte ne konuşulur sanattan, sanatçılardan, sergilerden, müzelerden başka!
   Yedi yıl aradan sonra Kadri Bey'i adıyla anımsadım. 1993'te Kirazlıyayla için tasarladığım ama gerçekleştiremediğim Güzel Sanatlar Yaz Okulu için görüşmüş, daha sonra Uluslararası Heykel Sempozyumu'nu (1995 yazı) görmeye çağırmıştım. Birçok şeyi anımsamama neden oldular. Vasıf Kortun ve başkalarıyla Muradiye'deki Fabrika-i Humayun'a onları da götürmüştüm, Modern Sanatlar Müzesi olur mu diye sormaya. Hepsi de biçilmiş kaftan olduğunu söylemişlerdi. 
        *        *(Fransa'ya taşındıktan sonra)     *

26.8.2003
   Heykel'e yürüyerek gidip geliyoruz değişik sokaklardan geçerek. Fransız Kilisesinin kültür merkezi olarak onarımı bitmiş, bahçe düzenlemesi kalmış. Erhan Kotar hocanın kulakları çınlasın. İlk onun Türk-Fransız Dostluk Derneği başkanlığı sırasında düşünmüş, sonra Erdem Saker Beye, vali Orhan Taşanlar'a iletmiştik. Sık sık konuşuluyordu, çeşitli haberler geliyordu. Odile İstanbul'a gittiği bir hafta sonu piskoposla konuşmuştu. Kilise olarak onarılırsa Vatikan üstlenecekmiş; ama bunun için de en az elli kişiden oluşan Katolik bir cemaat olmalıymış. İtalyanlar, İstanbul'dan papaz çağırıp bir otelde, Protestanlar kiraladıkları bir dairede bir araya geliyorlarmış; ama elli kişiyi bir araya getirmek zordu. Son olarak İstanbul'dan İtalyan asıllı bir zenginin şu an unuttuğum adı geçti. Umudumuzu kesmiştik ki geçen nisanda geldiğimizde onarımın başladığını, şimdiyse bittiğini görmek sevindirdi bizi. Hemen üst tarafında büyük bir ev de onarılmış; yeşile boyanmış ama olsun Ben Papazın Evi diye biliyordum, değilmiş. Aşağıya doğru iki ev daha onarılıyor.

   En önemlisi de Fabrika-i Hümayun, yani Tekel Tütün Deposu. Üniversiteye vermişti belediye. "Güzel Sanatlar Fakültesi olur mu?" deniyordu. Üniversitedeki kültür sanat kurulunun üyesi olduğum sırada bütün üyeler birlikte gezmeye gitmişik. Aslında öyküsü uzun. 1995-96 yıllarında buranın Modern Sanatlar Müzesi yapılmak üzere üniversiteye alınmasını ilk ben önermiştim. Elbette bunu yapmadan önce İstanbul bienallerinden birinin küratörü Vasıf Kortun'a, Kadri Özayten ve eşine, Tomur Atagök'e gezdirmiştim. Kortun çok uygun olduğunu söylemiş, o zaman "onarım için on milyar yeter" demişti. Daha sonra 1995 Heykel Sempoyumu'na katılan yabancı sanatçıları da götürmüştüm. Amerikalı ünlü sanatçı Les Levine çok heyecanlanmıştı. Üniversitenin Kükürtlü'deki yerinde, kimilerinin dedikodusunu yaptığı yemeklerde bunu da konuşuyorduk. Les Levine, tüzüğünde yabancı ülkelerdekilerle sanatsal amaçlı ilişkiler kurulabileceğinin yazılı olacağı bir dernek kurmamı, o derneğin içinde de uluslararası bir komite oluşturmamı öneriyordu. Bu komite dünyadaki önemli sanatçılara yazacaktı. Gelenekmiş, ilk açılan müzeye birer yapıt bağışlarlarmış.
   O zamanki rektör Sayın Ayhan Kızıl'a söz ettim. Her zamanki gibi olumlu baktı, "ne yazmak gerekiyorsa sen kaleme al, biz rektörlük başlıklı kağıda aktarıp ilgili yerlere gönderelim" demişti. Göndermişti de; ama o zamanki vali Rıdvan Yenişen cesaretimizi kırmıştı. Nedense dün gibi anımsıyorum. Opel'in Yalova yolundaki yerinin açılışındaydık. Sayın Kızıl, Sayın Saker, Sayın Yenişen bir araya geldiğinde hep yaptığım gibi konuyu açtığımda Yenişen, "zırnık alamazsın bakanlıktan, bakan verse müşteşar işi bozar.." demişti. Üniversite de benzer bir olayı Hürriyet'teki Tarım Okuluyla yaşadığı için Sayın Kızıl bırakmıştı işin peşini. Sonra Erdem Bey belediyeye aldı Fabrika-i Hümayun'u, Bilenser de üniversiteye devretti. Umarım yanılmıyorumdur.
   Demirkapı'daki evden dönerken önünden geçtim bir kez. Öndeki bina yıkılmış, büyük bina onarılmış. Buna da sevindim. Ne yapılacağını kimse bilmiyor ama ne yapılırsa yapılsın, kazançtır.
14.9.2003
   Ayhan Kızıl Trilye'de balık yemeye götürdü beni. Sonra Korukçu Hocayı da çağırdık. Ne konuşulur? Geri dönmemden söz edildi. "Dönsem bile bu, Uludağ Üniversitesi olmazdı" dedim. İkisi de Çanakkale'yi övdü, önerdi. Nasıl olacağını ise kesin bilemediler. Suzan Erbaş'ı arayıp sorduk. Önce kendi üniversiteme başvurmam gerekiyormuş, oradan beni isteyen üniversiteye naklen atamam olacakmış. Bu iş yatar, büyük konuşmayayım ama, Uludağ Üniversitesi'ne hiçbir zaman hiçbir şey için başvurmam.
16.9.2003
   Kitaplarımı Büyükşehir  Belediye Kütüphanesine bağışlamımı yadırgadı arkadaşlarım. Verdikleri sözü tutacaklarını, fişleme işinin üstesinden gelebileceklerini ummuyorlar. Gerçekten de o gün öğleye doğru Cogito dergisinin bir sayısına bakmak için Cemal Beye uğradım. Kitaplardan hiç söz etmedi, ben de sormadım. Neredeyse iki yıl olacak, kitapları bağışladığım. İyi gazeteciler için iyi bir haber olurdu.

          Bursa Defteri'nin 10.,11.,18.,23. sayılarından kısaltarak alınmıştır. 

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 21/08/23