  
	
	
	
	
	
	
	
     | 
    
      | 
    
	  | 
    
	                        
	                                                               
	Ekrem H. Peker  
	 
	    
	    
	Birkaç ay evvel Atatürk’ten Anılar adında bir kitap okudum. Kitabın 
	sonlarında tanıdık bir isme rastladım; Pepe Ali’ye. Atatürk 1936 yılında 
	Merinos fabrikasının açılışı için Bursa’ya gelir. Bursalılar Merinos 
	fabrikasının önünde toplanmışlardır. Atatürk’ü görmek için çevre 
	kasabalarda, köylerde yaşayan birçok insan kimi atıyla, eşeğiyle; kimi 
	yürüyerek; kimi bulabildikleri motorlu araçlarla Bursa’ya gelmiş ve hanları 
	doldurmuşlardı.       Tören esnasında birisi kalabalığı yarar: 
	“Paşam, paşam” diye bağırır. “Benim ben; Pepe Ali.” Atatürk ‘ün işaretiyle 
	yol açılır. Bağıran kişi koşarak Atatürk’ün eline sarılır, öper. Atatürk onu 
	kaldırır ve sorar. “Ali, şimdi ne yapıyorsun?” Pepe Ali cevap verir: “Siz 
	Türkiye’nin reisi oldunuz, bende köyümün, Güllüce’nin muhtarı oldum.” 
	Atatürk çok memnun olur, bir isteği olup olmadığını sorar. Pepe Ali hiçbir 
	şey istemez, sağlık diler.       Bu anekdot beni alıp çocukluğuma 
	götürdü. Bayramları, yazları babamın görev yaptığı İnegöl’den Güllüce köyüne 
	giderdik. Uzun burunlu, ağaç kasa kamyondan bozma şimdiki İnter, Austin, 
	Mercedes Benz gibi burunlu otobüslerle eski İnegöl yolundan Bursa’ya 
	giderdik. Yolda şimdi yıkılmış, neredeyse izi bile kalmamış, kıymetini 
	bilemediğimiz eski bir su değirmeninin yanından Kazancı bayırının dar ve 
	virajlı yollarında ilerlerdik. Yol o kadar virajlıydı ki insanların mideleri 
	bulanırdı. Daracık yol Aksu köyünün içinden geçip ve Kestel’e inerdi. Oh 
	nihayet düzlüğe indik, Bursa’ya yaklaştık derdim. Sonrasında yıkık Hacivat 
	Hanı’nı geride bırakıp, bugün Erikli kavşağı yakınındaki “yanık fabrika”ya 
	bir selam sarkıtıp sağımızda solumuzda yer alan şeftali bahçeleri arasından 
	geçip bugünkü Yıldırım caddesinden Santral Garaja gelirdik.  
	      Santral Garaj sadece Bursa’nın değil Türkiye’nin gurur duyduğu bir 
	yapıydı. Garajın etrafındaki taksi, dolmuş, otobüs duraklarının yanı sıra 
	talika denen at arabalarının durağı da vardı.       Mustafakemalpaşa 
	otobüsünün kalkış saatini beklerken alt kattaki dükkanların vitrinlerine 
	bakardık. Havlu ve kolonya satan dükkanlar çoğunluktaydı. En çok ilgimizi 
	çakmak, çakı, bıçak ve oyuncak satan bir dükkanın vitrini çekerdi. 
	Vitrindeki küçük kurmalı robota dakikalarca bakardık.       Sonra 
	otobüsümüz hareket eder, parkın yanındaki Yağcılar durağından birkaç kişi 
	daha alır, Acemlerden aşağıya iner şimdi kapalı olan benzinliğin oradan 
	devam ederdi. NATO’dan gelen parayla yapıldığı için NATO yolu diyen ve 
	inşaatı yıllarca süren yeni yolun zaman zaman kenarından geçer 
	Mustafakemalpaşa’ya varırdık. Otobüs şehir merkezinde durur, Şeyh Müftü 
	camisinin karşısındaki köy minibüslerine kadar yürürdük. Köyün yanından 
	geçen ilk minibüse binerdik, köyün başında inerdik. Oradan yaklaşık yarım 
	saat yürüyüp Çerkez mahallesindeki ninemin evine ulaşırdık. Tabi ki yolda 
	rastladıklarımızla selamlaşarak. Bu yüzden eve ulaşmamız bazen bir saati 
	bulurdu. Köyde hısım, akrabayı ziyaret ederdik. Bu ziyaretlerin birinde 
	babam gel buraya seni bir gaziyle, Atatürk’ün emir eriyle tanıştıracağım. 
	İstiklal madalyalı yaşlı, güleç yüzlü “Pepe Ali’yle” tanışmamız böyle oldu. 
	Konuşurken bazı kelimelerde takıldığı için pepe lakabı takılmış.  
	      Bu vatanı ne zorluklarla kurtardığımızı yeni nesil bilmiyor diye 
	şikayet etmişti. Atatürk bize Allah’ın bir lutfu. “Çanakkale’deki savaştan 
	Kemal Paşa’nın da benimde sağ çıkmamız bir mucize. Eğer paşa zamanında 
	yetişmeseydi cephe düşer ve yedi düvele İstanbul’un yolu açılırdı. Çok 
	kuvvetliydiler o zaman gavuru zor kovardık” demişti. Çanakkale savaşından 
	sonra istiklal savaşına da katılır Pepe Ali.       Babam bizi amcasının 
	oğlu İbrahim Efendi’nin evine götürürdü. Ailenin tek okumuşu olan İbrahim 
	Efendi medrese hocasıdır. Yedek subay olarak savaşa katılan İbrahim Efendi 
	gazi olarak savaştan döner. Evlerinin bir odasındaki camekanlı dolapta subay 
	elbisesi, kılıcı, buhurdanlık ve gülabdanlığı dururdu.       Dedem ilk 
	iki oğlunun adını şehit olan kardeşlerinin adını vermişti. Büyük amcamın 
	adı Osman’dı. Osman, dedemin daha yaşı gelmeden askere alınıp Balkan 
	savaşına katılan kardeşidir. Balkan savaşından kurtulan Osman dedem 
	Sarıkamış’ta şehit olur. Kendisinden manastırda elinde tüfek, boynunda 
	fişeklik dizisiyle çektirdiği resim kalır. Babamın ismi ise Halil. Babama 
	ismini veren Halil Şevki dedem Çanakkale’de şehit olur. Diğer kardeşi 
	İbrahim Efendi Çanakkale savaşından gazi olarak dönmüştür.        Dedem 
	Ahmet Çavuş on üç yıl önce askerlik yapmış 1924 yılında Doğu Cephesinde 
	çarpışan dedem Nuri Paşa’nın komutasında Bakü’ye girer. Sonra Kazım 
	Karabekir Paşa’nın komutasında Ermeniler ve Gürcülerle savaşır. Doğu Anadolu 
	kurtarılıp, sınırlar kesin olarak çizilir. Sonra Sovyetler İngiliz yanlısı 
	bu devletleri ortadan kaldırır. Kazım Karabekir Paşa birliklerinin bir 
	kısmını Batı Cephesi’ne gönderir. Dedem de Bolvadin menzili 3. katar 
	kıstasından çavuş rütbesiyle istiklal madalyası alıp döner. Çolak ve hafif 
	sağır olarak.       Dedem öldüğünde üç-dört yaşlarındaydım. İşlettiği 
	bakkal dükkanını hayal meyal hatırlıyorum. Kendisi okuyamayan dedem dört 
	erkek çocuğunu okutmak ister. O şartlarda en uygun okul “Köy Enstitüleri” 
	dir. Babam Halil ve onun küçüğü Hayrettin amcam okullarını bitirip öğretmen 
	olurlar. Diğer iki amcam gittikleri okulları bitiremezler, ayrılırlar. 
	      Dedemin başarısız girişimleri ninemi usandırır ve ellili yılların 
	başında dedemden boşanır ve çocukların bakımını üstlenir.       Dedemle 
	ilgili acı bir anıyı Osman amcam sık sık anlatırdı. 1946 yılında parti 
	kurulması serbest bırakılır. Dedem yeni kurulan Demokrat partiyi destekler. 
	O yıllarda kutlanan milli bayramlarda siyasi partilerde yürüyüş kortejine 
	katılırmış. Demokrat partinin bayrağını taşımayı dedem üstlenir. Tören 
	olaysız sona erer. Sonraki hafta pazara dükkan için mal almaya giden dedeme 
	tenha bir yerde birkaç CHP’li fanatik saldırır ve dedemi fena hırpalarlar. 
	Bu durum amcamı o kadar kızdırmış ki ölene kadar CHP’ye muhalif kaldı, hep 
	eleştirdi. Amcam ömrünün son yıllarında Ankara’da kalp kapakçığından 
	ameliyat oldu. Ameliyatı yapan doktor Sayın Deniz Baykal’ın oğludur. Amcam 
	gülerek bana “doktorum çok iyiydi, dayanamadım ben yıllar boyu CHP’ye 
	muhaliftim. Allah’ın işine bak, beni Baykal’ın oğluna ameliyat ettirdi 
	dedim. Doktorum gülerek; Osman Bey ben siyasetçi değilim, doktorum sen bir 
	an önce iyileşmene bak.” Dedi diye anlatmıştı.       Köyümüzde iki harman 
	yeri vardı. Çerkez mahallesindeki harman yeri evimizin karşısındaydı. Harman 
	yeriyle evlerin arasında çıkrıklı bir kuyu ve küçük bir su kanalı vardı. 
	Kanalda su kaplumbağaları ve kurbağalar yaşardı.       Bahçeli evimizin 
	sınırlarında boydan boya erkek dut ağaçları dikiliydi. Bunlar dut meyvesi 
	vermezdi. Bu ağaç yaprakları ipek böceklerine verilirdi. Çalılardan oluşmuş 
	kerevetin üzerine dallarıyla konan yapraklar beyaz böceklerce çıtır çıtır 
	sesler çıkararak yenirdi.       Kullanım suyunu bahçemizdeki kuyudan 
	çekerdik. İçme suyunu köyün merkezine yakın bir çeşmeden getirirdik. Çeşme 
	başı gençlerin buluşma yeriydi. Konserve bitkileri/sebzeleri üretimi 
	yaygınlaşınca aşırı sulama yüzünden sular çekildi, kuyular kurudu. 
	      Çok düven sürdüm, buğday demetlerini romorklarla taşıdım. Ayçiçekleri 
	olgunlaşınca kellelerini keser, sopayla vurarak, mısırları ise elle 
	birbirine sürterek koçanlarından ayırırdık. Ninem ve halam Buğdayları 
	depolar ihtiyaç kadarını değirmene götürüp un yaptırır, kalanı satardı. 
	      Hayvan yemlerini, samanları balya makinelerinde sıkıştırıp o şekilde 
	saklardık. Otları ise tepe gibi yapar üst kısmını yağmurdan korurduk.  
	           Akşamları evin önünden boyunlarındaki çıngıraklarıyla koyun ve 
	keçi sürüleri geçerdi. Arkalarından sığır sürüleri gelirdi. Sığırlar su 
	yalaklarına böğürerek itişerek üşüşürdü. Sonra hemen hepsi kendi evlerinin 
	yolunu tutardı. Çoban bulunamaz oldu, hayvancılık eski önemini kaybetti.  
	     Köyümüzde binek atı besleyenler de vardı. Çerkez mahallesinde caminin 
	hemen karşısında bakkal işleten Kamil Ağa’nın çok güzel bir atı vardı. 
	Harman yerine götürür, boynuna bağlı uzun ipi demir bir kazığa çakardı. At 
	kazığın etrafında daireler çizerek koşardı. Hepimiz hayranlıkla seyrederdik. 
	Zaman zaman köylerde at yarışları yapılırdı.       Harman yerinin biraz 
	ilerisinde kerpiçlik dediğimiz yer vardı. Birkaç dönümlük bu çukur yağmur 
	sularıyla dolar; köyümüzün mandalarına, malaklarına yatak olurdu. İşi 
	olmayan mandalar bütün gün çamurda burada yatardı.       Kerpiçe gelince; 
	toprak suyla ıslatılır, çamur haline getirildikten sonra ayakla ezilir. 
	Belli bir kıvama gelince dağılmaması için saman karıştırılır, sonra kalıpla 
	şekil verilir, tahtalar üzerinde kurutulurdu. Kerpiç döşendikten sonra duvar 
	içten ve dıştan sıvanırdı. Sonra kireçli su ile badana yapılırdı. Babamın 
	arkadaşı ve evleriyle aralarında bir ev olan arkadaşı Seyfettin amcamız 
	yıllar sonra bir arkadaşıyla burasını sazan yetiştirdiği bir gölete çevirdi. 
	Birkaç yıl sonra bu işi bıraktı. Köy muhtarlığı buraya köye gelir olsun diye 
	kavak diktirdi.       Rahmetli(Seyfettin Tayfur Amcamız) kurt köpeği 
	yetiştirmeyi çok severdi. Kızı sevdiği gence kaçınca yirmi-yirmi beş yıl 
	kızıyla da eşiyle de konuşmadı.        Seyfettin amcanın makinelere 
	karşı özel bir yeteneği vardı, değişik tarım makineleri yapardı. Bir kaçını 
	yakınlardaki –sonra kapandı – Tarımsal Fabrikası üretmişti       Kerpiç 
	evleri kışın sıcak, yazın serin tutardı. Uzun yıllar sonra gittiğim 
	Özbekistan’da betondan yapılmış ama duvarları kerpiç evler yukarıdaki 
	özelliğinden dolayı çok tutulurdu.       Halamla yaşayan babaannemin 
	bahçesinde tavuklar, horozlar, civcivler, ördekler, kazlar eksik olmazdı. 
	Bunlara yem ve su vermek en büyük eğlencelerimizdendi. Halamın beslediği 
	inek ve danaya su vermek için beton yalağı kuyudan su çekerek doldururduk. 
	      Köye gittiğimizde kardeşimle, Mehmet Amcalara uğrayıp Rahmi’nin 
	beslediği güvercinleri seyretmek büyük zevk verirdi. Hemen hemen her yıl bir 
	güvercin alıp İnegöl’e giderdik. Ama nedense güvercin beslemeyi beceremedik. 
	      Türk mahallesinin harman yeri İzmir yolunun Paşalar tarafındaydı. 
	Bazen o taraftaki tarlalara gidip ahlat – yabani armut – toplayıp yerdik. 
	Köyün gençleri diğer köylerdeki gençler gibi Karacabey Harasında 
	çalışırlardı.       Köyün en renkli kişilerinden biri babamın öğretmen 
	arkadaşı Karakündil’in Osman’dı. Eşinin tarlalarından birini satar çift 
	motorlu Java yada C2’siyle tüm Türkiye’yi dolaşırdı. Gitmediği yer 
	kalmamıştı. Ecel onu köyün dibinde hara dönüşü yakaladı. Bir kamyonun 
	çarpmasıyla birlikte hayatını kaybetti. Güzelim motosikleti paramparça oldu. 
	      Köyde düğünlerden sonraki en büyük eğlence pazara gitmekti. 
	Mustafakemalpaşa’nın pazarı Perşembe günü kurulurdu. Sabah erkenden kalkar 
	duruma göre akşamdan ayrı bir yere koyduğumuz tavukları yakalayıp ayaklarını 
	bağladığımız tavukları bir sepete koyardık. Diğer sepetteyse kırılmasın diye 
	samanların içine koyduğumuz yumurtalar vardı. Sepetleri kolumuza alıp köy 
	meydanına giderdik. Hangi araç varsa ona binerdik. Bazen bir traktörün 
	romorkuna dolardık, bazen de bir kamyonetin kasasına konmuş tahta sıralara 
	oturup Mustafa Kemal Paşa’ya giderdik. Satacak ürünü fazla olanlar öküz 
	arabalarıyla giderlerdi.        Şeyh Müftü camisinin önünde araçlardan 
	inerdik. Yukarıdaki tavuk pazarında tavukları ve yumurta satar, 
	alacaklarımızı alır, pazarı iyice dolaştıktan sonra bulduğumuz ilk araçla 
	köye dönerdik. Ağır ağır yokuşu çıkan araçtan inip yürümek gelirdi içimden. 
	O kadar yavaş çıkarlardı ki yokuşta dizili olan çömlekçi dükkanlarında 
	durulur; küpler testiler, toprak tencereler satın alınırdı. Bazen buradan, 
	bazen düzlükteki orman idaresinin önünde bekleyen birkaç yolcuyu almak için 
	sıkışırdık.       Zaman zaman babamla Mustafa Kemal Paşa’ya iner şehri ve 
	akrabaları dolaşırdık. Şeyh Müftü camisinin önünde iner, köprüden karşı 
	yakaya geçerdik. Lala Şahin Paşa’nın türbesini geçer, oradan kaymakamlığın 
	bahçesindeki tarihi topa bakardık. Bahçede ayrıca birkaç mermer sütun başı, 
	lahit parçaları vardı.       Köprüden Mustafakemalpaşa çayına kadar 
	kayıkla gezenleri, balık tutanları seyrederdik. Sonraki durağımız balık 
	pazarı olurdu. Balık pazarındaki iri iri sazanlar, yayınlar, turnalar 
	tezgahlarda müşteri beklerdi. Babam büyük bir sazan seçerdi. Balığı köyde 
	kendi temizler güzel bir yahni yapardı.       Balık pazarının yanındaki 
	avcılar kulübüne gidip çay içer, duvardaki postlara bakardık. Postların en 
	ilgi çekeni 1950’li yıllarda Uludağ’da vurulmuş bir Anadolu parsı postuydu. 
	(bazıları vaşak diyor ama vaşak postu daha küçük olurdu.) Annemin 
	babası Ferit dedemle 1940-1950 yıllarında ağızdan dolma tüfeğiyle avladığı 
	iki ayı ve bir geyik postunu annem çeyizinde getirmişti. Geyik postu 
	kardeşimde duruyor ama ayı postlarını İnegöl’den taşınırken bıraktık. 
	      Çayın üzerinden geçerken ninemin kurtuluş savaşı yılları için 
	anlattıklarını anımsardım. Osmanlı’nın emekli jandarma binbaşısı Anzavur 
	lakaplı Ahmet Bey; paşa yapılır. Görevi Güney Marmara’daki direnişi kırmak 
	bölgeyi İstanbul’a bağlamaktır. Emrine verilen subay ve askere ilaveten 
	İngiliz altınlarıyla da takviye edilir. Bir gemiyle bandırma’ya getirilen 
	Anzavur Ahmet Paşa bölgeden çoğu Çerkez birçok gönüllü toplar. Çanakkale’yi 
	kontrol altına alır. Kuvvetlerinin bir kısmı Balıkesir’e yönelirken kendisi 
	Manyas üzerinden Bursa’ya ilerler. Mustafakemalpaşa’ya gelir. Belediye 
	binasından halka hitap eder.       “Bir elimde ferman, bir elimde Kur’an 
	gelin bana katılın. Kendi atıyla gelene şu kadar altın maaş, yaya gelene şu 
	kadar altın maaş verilecek” der. Çevreden az sayıda katılım olur. Sonrasında 
	Çerkez Ethem Beyin kuvvetleri yetişip, Ahmet Paşa’nın kuvvetlerini dağıtır. 
	Çok insan asıldı. Sonra Yunan işgali dönemi başladı. Kadınlar kızlar çirkin 
	görünmek için yüzlerine boya sürerlerdi derdi. Toplu halde tarlaya giderdik. 
	      Ev yaptın mı bir tarafını yıkık dökük yapacaksın, sonra ummadık 
	zamanda yol olur deyip örnek verirdi. İşgal yıllarında işbirlikçi bir çete 
	köyden birisinin evini basar. Adam evin yıkık bir köşesinden samanlığa 
	geçmiş, samanlığın penceresinden kaçıp köy dışındaki tarlalarda saklanıp 
	canını kurtarmış. Eşkıyada evde bulduğu bazı kıymetli eşya ile yetinmiş. 
	      Köyün civarındaki tarlalarda dolaşır mevsimine göre sebze, meyve 
	karpuz, kavun koparıp yerdik. Yazın Ocaklı köyüne yakın sulama kanalında 
	çocuklar yüzer, bazen de balık avlarlardı. Bir gün nasıl yolunu şaşırıp 
	oralara kadar gelmiş zargana balığını yakaladık. Hepimiz şaşırdık. O civarda 
	yaşayanlar için çok yabancı bir balıktı.  *****       Mustafakemalpaşa 
	çıkışında annemin amcası Hüsnü Okumuş yaşardı. Atölyesinde iş makinelerinde 
	kullanılan kasnakları yapardı. Ağaçtan tek parça kasnağı ilk o yapmıştı. 
	Eskişehir’de okurken fındık kırma makinesi mucidi diye Günaydın gazetesinin 
	ön sayfasında yer almıştı.       Evi atölyesine bitişikti. 
	Akşamları bahçedeki kameriyesinin altında nargilesini tüttürürdü. Sonra 
	atölyesini ve evini satıp İstanbul’a yerleşti. Burada mantar öğüten bir 
	değirmen yaptı. Yenişehir’li akü imalatçılarına mantar öğütürdü.   
	     Size biraz köyümden bahsedeyim. Yaklaşık beş-altı bin hektar tarım 
	yapılabilecek araziye sahip köyümüz Bursa – İzmir yolunun kenarında yer 
	alır. Bursa’ya 74 km Mustafa Kemal Paşa’ya 7 km mesafededir. Yolun ikiye 
	bölündüğü köyümün ilk çağlardan kalma fosil yataklarının bulunduğu arazileri 
	Paşalara kadar uzanır.       Eski bir yerleşim yeri olan Göllüce terk 
	edilmiş bir köy iken 17. yüzyılda altı Yörük ailesi gelip yerleşir. Köy 
	sınırları içinde ( Paşalara sınır olan bölgede) Bizans’tan kalma küçük bir 
	kalenin kalıntıları mevcut.       Köydeki manav denilen yerlilere 
	1870’lerde Kafkasya’dan sürgün edilen Çerkezler katılır. Köyün nüfusu yeni 
	göçmenlerle artar.       1877-78 Osmanlı-Rus savaşının başlangıcında 
	Razgrat ve Şumnu bölgelerinden Karaman kökenli 5-6 aile gelip, devlet 
	tarafından bu bölgeye iskan edilir. Savaş bitse de göçler devam eder, 
	savaşlarda. Birçok genç Balkan Şavaşında, Çanakkale’de,Yemen’de,Sarıkamışta 
	ve İstiklal savaşında şehit olur. !935-36 yıllarında Dersim’den 6 hane köye 
	yerleştirilir.1951 yılında yine Şumnu bölgesinden gelen on aile daha köye 
	yerleştirilir.  Köyde 1910-1911 yıllarında yapılan iki cami vardır. 
	Camideki eski halılar zamanında sevabına halıflex dağıtanlarca 
	değiştirilmiş. Yol kenarındaki köy mezarlığındaki tarihi mezar taşlarında 
	erbabınca çalınmış. Suç işlemeyi serbest bırakana selam gönderelim… 
	      Köyün ilkokulu Çerkez mahalledeki camiye yapılan ek binada başlamış. 
	Üç yıllık okulun ilk öğretmeni Hasan Hüseyin Efendi’dir. Arap harfleriyle 
	başlayan öğrenim sonrasında Latin harfleriyle devam etmiştir.1928 yılında 
	Latin harfleriyle öğrenim devam etmiştir. 1945 yılında üç derslikli yeni 
	binasına taşınan okula yeni ilave yapmış 1977’de beş sınıflı olmuştur.1984 
	yılında lojman ilave edilmiş. Altı bin dönüm tarım arazisi var. Başlıca 
	tarımsal ürünler domates, biber, patlıcan gibi konserve sektörüne ait 
	tarımsal ürünlerdir. Daha önceki yıllarda köy ekonomisinde yer tutan 
	hayvancılık, konservecilik başlayınca önemini kaybetmiştir. Daha önce her 
	ailenin yetiştirdiği kozacılık Çin’den gelen ucuz ipekli kumaşlara karşı 
	tedbir alınmayınca yok olup gitmiştir.       *****      Size biraz 
	Alpağut ve Güvenden bahsedeceğim. Babam yedek subay okulundayken annemle 
	Güven köyünde dedemle beraber yaşıyorduk. 1959 yılıydı. Dedemin evi ormanın 
	kenarındaydı. Elli-altmış dönümlük bu orman annemin dedesi ZEKERİYA Efendi 
	tarafından KORUNMUŞ.       Evimizin avlusunun ortasında ahşap erzak 
	ambarı vardı. Yerden dört direk üzerine yükselen erzak ambarının şekli 
	Karyalıların lahitlerine benziyordu. Anımsadığım bir başka olayda beni 
	çağıran anneme Çerkezce “gelemem, arabama dingil yapıyorum” diye cevap 
	vermemdi. Sonraki yıllar bu dili unuttum.      Güvem’e on iki yaşındayken 
	tekrar gittim. Deveci Konağından bir kamyona binerek. Babamın öğretmen 
	olarak ilk görev yeri olan ve doğduğum köy olan Alpagut’tan geçtik, Güvem 
	köyüne dört-beş kilometre kala kamyondan indik.      Köydeki yaşıtlarımla 
	köy çevresini dolaştım. Derelerin oluşturduğu büyük havuzlarda suya girdim. 
	Sudaki balıkları kovaladım. Dedem köyden Bursa’ya taşındıktan sonra 
	Güvem’den koptum. Yaklaşık otuz beş yıl sonra köyüme mermer ocaklarının 
	verdiği zararı protesto için AS TV ekibiyle gittik.      Köye çıkan yolun 
	iki tarafında mermer parçaları atılmıştı. Köyün dışındaki üç mermer ocağı 
	köyün suyunu tüketmiş. Meyvecilik yapılan köyde tarlaları sulayacak su 
	bulunmaz olmuş. Köyün içinden geçen ağır tonajlı kamyonların yüzünden yollar 
	bozulmuş, kamyonların savurduğu tozlardan yol kenarındaki evler 
	pencerelerini açamaz hale gelmişler. Atıklarını belli bir yere depolamak 
	zorunda olan mermerciler atıkları ormana atarak yüzlerce ağacın kuruyup 
	ölmesine sebep olduklarını görmek çok acıydı.      İkinci dünya savaşı 
	esnasında seferlik ilan edilir. Güvem’den sekiz-on genç Trakya’ya 
	gönderilir. Çok zor şartlarda askerlik yapanlar asker elbisesi, sabun zor 
	bulunurmuş. Gidenlerden ikisi hastalanıp ölür.( Resim :…..Güvem köyünden 
	Seferberliğe gidenlerin gidiş anı resmi) Dedem Ahmet FERİT Çavuş ve köyde 
	yaşayanlar toprak mahsulleri ofisine manda arabasıyla ya da öküz arabasıyla 
	buğday, arpa ve mısır götürürlermiş. Babam, çok sıkıntılı yıllar diye 
	anlatırdı. Yokluk ve hastalıklar kol gezermiş.       ******* 
	     Güvem; Mustafakemalpaşa’nın Çerkez köylerinden biridir. İsmini köy 
	civarında bol miktarda yetişen güveM adındaki bir meyveden alır. Orman köyü 
	olan Güvem’de meyvecilik ve hayvancılık yapılır. Az miktarda buğday, arpa, 
	ve mısır yetiştirilir. Köyde üç mermer ocağı vardır.      1860’lı 
	yıllarda Kuzey Kafkasya’dan göç ettirilen Çerkezler kurmuştur. Köyü kuranlar 
	bugünkü Adige Cumhuriyeti’nin başkenti Maykop’tan gelmişlerdir. Köyün camisi 
	de o yıllardan kalmıştır. Her yıl Ağustos ayının ilk Pazar günü kuşshamafe 
	(Uğurludağ) İsimli bir festival düzenlenir.      Alpağut; Dandaenni 
	adındaki arkeolojik kalıntılara yakın bir yerde kurulmuş bir Yörük köyüdür. 
	Köyün geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Köydeki ocaklardan yıllardır 
	linyit kömürü çıkarılmaktadır. Geçen yıl meydana gelen grizu patlamasında 
	yirmi madenci hayatını kaybetmiştir.      Paşalar; Mustafakemalpaşa’nın 
	en eski köylerinden biridir. Paşalar’ın kuruluş tarihi 1356 yılına kadar 
	uzanmaktadır. Bursa-İzmir yoluna dört km mesafede olan Paşalar ve çevresi 
	ormanlarla kaplıdır. Köyün geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır.   
	  
     |