Kerim Evren
	
	         
	23 Nisan 1956 tarihi bir kırık çocukluk 
	anısı olarak bugüne değin yaşayıp geldi benimle… Buna benzer daha pek çok 
	hüzünlü, anımsadıkça insanda burukluk ya da içten içe bir acı duygusu 
	uyandıran, çağrıştıran nice anılar vardır sizde, bizde, hepimizde. Ne var ki 
	bazı anılar kişinin üzerinde öylesine bir egemenlik kurar ki, yarım yüzyıla 
	yakın bir zaman da geçse üzerinden, unutmaya pek olanak yoktur. Öylesine 
	etkiler insanı. Üstelik çocuklukta yaşananlar iyice siner benliğimize ve hiç 
	bırakmaz yakamızı.
	
	         
	Ben o yıl İnebey Sokağı’nda bulunan 
	Mithatpaşa İlkokulunun dördüncü sınıfında öğrenciydim. Okulumuz eski bir 
	Türk konağıydı. Ahşap bir yapı olduğu için teneffüste çocuklar bahçeye 
	inerken sanki bütün bina sallanırdı, deprem olmuş gibi. Alt katta ders 
	yaparken yukarıdaki sınıfta bulunan öğretmenin ve çocukların sesi duyulurdu. 
	Zaten o günlerin Bursa’sında herkes herkesle iç içe yaşardı. Apartman yaşamı 
	henüz başlamamıştı. Televizyon bilinmediği için insanların birbirleriyle 
	ilişkileri çok sıcaktı. Her evde radyo bile yoktu o günlerde. O nedenle 
	komşuluklar ve dostluklar çok canlı, sıcak ve yoğun yaşanırdı.
	
	         
	1950’lerin Bursa’sında hava kirliliği, 
	trafik sorunu, çarpık yapılaşma gibi sorunlar yoktu. O günlerin çocukları 
	yeşile, çiçeğe, ağaca yani doğaya hiç de yabancı değildiler. Önümüzde bizi 
	bekleyen girilecek okulların sınavları da yoktu. Yani okul bittiği zaman 
	dershanelere koşturmadık biz. Çocuk yarış atları yapılmamıştı henüz. Her 
	çocuk doyasıya çocukluğunu yaşardı. Top oynayacak arsa da çoktu, üzerine 
	çıkılacak ağaç da. Örneğin bizim evin büyük bahçesinde, şu anda da aynı 
	sokakta yaşayan şair 
	Metin Güven’le coşkulu futbol maçları yapardık. Zaman 
	zaman bu maçlarda Eşber Yağmurdereli ve Süleyman Vardar da bulunurdu. Bazı 
	günler de bizden yaşı epey küçük olan Nejat Vardar aramızda olurdu. Zaman 
	herkese ve her şeye yetecek kadar çoktu. Sokaklar daha genişti sanki. 
	Abralarla dolmadığından olmalı. Ekzos kokusu nedir bilmiyorduk. Kış bitip 
	ilkyaz geldiğinde bir düğün yerine dönerdi Bursa sokakları. Beyaz çiçekli 
	erik ağaçları bir gelin gibi salınırdı her tarafta. Akasyaların, renkli 
	çiçekli şeftali ağaçlarının, dut ağaçlarının keyfine diyecek olmazdı. 
	Manolya ağaçlarının kokusu ise anlatılamazdı. Manolya ağacının 
	yapraklarından başımıza taçlar, çelenkler yapardık oyun oynarken. Radyo o 
	günlerin en önemli iletişim aracı olup evlerin en müstesna köşelerinde 
	bulunur, üstlerine el işi göz nuru ile yapılmış örtüler serilirdi. Ve de 
	Zeki Mürenler, E. Şefikler, S. Garanlar dinlenirdi, 
	heyecanla, saygıyla.
	
	         
	Ne çok fayton vardı o yıllarda Bursa’da. 
	Bakımlı ve güzel atlar çekerdi onları. Elleri kırbaçlı faytoncuları 
	anımsıyorum. Bazıları vardı ki kırbaçlarını fiyakalı bir şekilde havada 
	sallarken muzaffer Roma komutanlarını andırırlardı. Biz çocukların bir 
	merakı da faytoncunun yanına oturup hayvanların dizginlerini elimize 
	almaktı. Faytoncuların bazıları buna izin verirdi. Sanki önümüzdeki yaşamın 
	bilinçdışı bir provasıydı bu. Yaşamın kendisi de bu dizginleri ele alıp 
	almama savaşımı, kavgası değil miydi?
	
	         
	1956’nın ilkyazı genç ve güzel bir kadın 
	gibi gelmişti Bursa’nın bahçelerine, sokaklarına. Uzun ve sert geçen bir kış 
	mevsimi arkada kalmıştı artık. Bir gün sınıf öğretmenimiz Hikmet Hanım 23 
	Nisan Çocuk bayramının yaklaşmakta olduğunu anımsattı ve herkesin hazırlık 
	yapmasını istedi. Bu sene biraz daha büyümüş, onuncu yaşımıza basmıştık. Ama 
	çocukluk devam ediyordu. O yılların Bursa’sında, bütün yurtta olduğu gibi, 
	ulusal bayramlarımız yoğun bir coşku ve sevinçle kutlanırdı. Bugünün 
	yükselen değerleri henüz ortalıkta görülmemişti. Para peşinde koşma, köşe 
	dönmecilik televole kültürü, bozuk Türkçeli şarkılar ve lahmacun insanları 
	daha teslim almamıştı. Güzel komşuluklar, sıcak dostluklar, dayanışma ve 
	yurtseverlik, ince ve zarif davranışlara dayalı insan ilişkileri, TBMM’de 
	nükte yapılan ve bilgelik gösterisiyle geçen oturumlar vardı. Futbol 
	maçlarına insanlar döner bıçaklarıyla girmiyordu. Kısaca insanlar hoyrat ve 
	kaba değildiler. Otobüste kadınların ve yaşlıların ayakta kalması 
	düşünülemezdi.
	
	         
	Çocuklar 23 Nisanı bugünkü gibi okullarıyla 
	beraber Atatürk Caddesi’nde yapılan törende kutlarlardı. Bu seneki bayram 
	için içimde bambaşka bir sevinç vardı. Çünkü bu sene törenlere yeni alınmış 
	bisikletimle katılacaktım. Geçen sene sınıfı geçince babam çok istediğim 
	bisikleti almıştı. O yıllarda bisiklet sahibi olmak bir çocuk için 
	ayrıcalıktı. Yerli üretim olmadığı için dışarıdan ithal edilir, günün 
	koşullarına göre oldukça pahalıya satılırdı.
	
	         
	İnebey Sokağı’ndaki Mithatpaşa İlkokulu 
	günlerdir geçit töreni için hazırlanmaktaydı. Bütün sınıflar renkli grapon 
	kâğıtları, kedi merdivenleri, 
	Celal Bayar’lı ve 
	Atatürk’lü bayraklarla 
	süslenmişti. Sıra çocuklarlın giyecekleri kişisel giysilerin hazırlanmasına 
	gelmişti. Ben de ilk kez katılacağım bisikletli grup için hazırlanmaya 
	başladım. 23 Nisan 1956’ya bir gün kalmıştı ve okulda tören provası 
	yapılacaktı. Hikmet öğretmen herkesle tek tek ilgileniyor, koşturup 
	duruyordu. Önce şiirler okundu. Cahit Sıtkı’dan, Behçet Kemal’den, F. H. 
	Dağlarca’dan. Başöğretmenimiz Mahmut Tezcan çok iyi bir yönetici ve 
	öğretmendi. Günün anlam ve önemini belirtip gerekli uyarılarda bulunduktan 
	sonra dağıldık.
	
	         
	O gece yani 22 Nisan 1956 gecesi beni uyku 
	tutmadı. Dalar gibi olduğum bir ara düşümde süslü püslü bisikletimle Heykel 
	önünde valinin önünden geçiyordum büyük bir gururla. Ertesi sabah 
	uykusuzluktan kızarmış gözlerle içim içime sığmayarak okula gittim. Okulda 
	yerlerimizi alıp büyük bir disiplinle Atatürk Caddesi’ne doğru yola çıktık. 
	Herkes törenin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu, birdenbire her taraf 
	karardı, sanki gece oldu, gök gürlemeye, şimşekler çakmaya başladı. 
	Arkasından bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Bizim için bundan 
	daha büyük bir felaket olamazdı. Arkadaşlarımızın çoğu üzüntüsünden ağlamaya 
	başladı. Ben de çok üzülmüştüm. O kadar hazırlık, emek, beklenti boşa 
	gitmişti, büyük bir hayal kırıklığı yaşanıyordu. Gözü yaşlı nisan ayı her 
	zamanki mızıkçılığını yine yapmıştı. Bir süre sonra törenin iptal edildiği 
	duyuruldu ve bizler öğretmenimizin önderliğinde üzgün, kırık, yarı ağlamaklı 
	bir durumda savaştan yenik dönen yorgun askerler gibi evlerimizin yolunu 
	tuttuk.  
	                                         
	  6. Bursa Edebiyat Günleri kitabında yazarın 
	yayımladığı yazıdan kısaltılmıştır.