|   |  |                                                                                         
	Musa ATAŞ
 Kış sporları çok cazip ve eğlenceli 
	olduğu kadar bazen tehlikelidir de... Mamafih böyle bir tehlike ile 
	karşılaşmamak ve bu sporun yalnız güzel ve cazip taraflarından istifade 
	etmek elinizdedir. Şu şartla ki: kar vaziyetini bilmediğiniz yerlere seyahat 
	etmemekle... Bunun en son misali başımızdan geçti ve bizi büyük tehlikelerle 
	karşılaştırdı. Onun için size bu yazımla, sonradan yeniden dünyaya gelmiş 
	kadar sevinç duyduğumuz tehlikeli ve baştan başa heyecan dolu seyahati 
	anlatacağım.
 Bursa Dağ Sporları Kulübünün başkanı Kâtibi Saim beyle 
	birlikte Uludağ Otelindeyiz... Gece (yarınki programımızı yarın yaparız) 
	diye yatmıştık. Ertesi gün havayı açık ve berrak görünce ikimiz birden 
	Zirveye çıkacağız! dedik.
 Otelde bulunan Ankara ve Bursalı kayakçılar ile vedalaştıktan 
	sonra yola çıktık. Otel civarındaki karların üstünü ince bir zar halinde buz 
	kaplamıştı. Bu yüzden kayaklarla yukarı çıkmak müşkülleşmişti. Derhal dağ 
	iplerini çıkararak kayaklarımıza şeklinde sardık. Bu suretle geri kaymamayı 
	temin ettik. Yükseldikçe sık sık nefes alıyor, kalbimiz çarptığını 
	hissediyorduk. Buna rağmen adım başında verdiğimiz birkaç saniyelik molalar 
	yorgunluğumuzu derhal geçirmeye kâfi geliyordu. Çünkü yükseklerde sinirler 
	kolaylıkla ve süratle eski kuvvetini kazanabiliyor. Hatta iki tecrübemi daha 
	söyleyeyim: Bursa’da iken bronşite tutulmuştum. Dağa çıkar çıkmaz geçti. 
	Üniversitenin Alman profesörlerinden biri de buna şahit oldu. Diğer bir 
	seyahatimde bir dişim apse yapmak üzere idi. Dağa çıkarken daha yarı yolda 
	şişi indi.
 İşaret direklerini takiben yürüyüşe devam ederek zirvenin 
	garbındaki tepelere çıkmıştık ki birden bire kayaklarımızla birlikte tıpkı 
	hava boşluğuna rastladığı zaman düşen bir tayyare gibi, dik ve meyilli bir 
	araziden aşağı olduğumuz gibi sukuta başladık.
 Meğer burada kristal halini almış buz kütleleri varmış. Bin 
	müşkülatla muvazenemizi temine uğraşırken arkadaşım fena halde düştü. Fakat 
	bu düşüş kara düşmeye hiç benzemiyordu. Arkadaşım oturmuş vaziyetle süratle 
	aşağı doğru kayıp gidiyordu. Bir an gözümde tehlike büyüdü kendisine 
	bağırdım. Nihayet bir tesadüf onu kurtardı. Bir buz yarığına saplanıp kaldı. 
	Bundan sonra zirve yolu tepelerin üstünü takıp ediyordu. Fakat bu tepelerin 
	şimal cepheleri ne kadar hafif ve tatlı meyillerden ibaret ise cenup 
	cepheleri inadına o kadar dik ve korkunç uçurumlardan mürekkepti. Bu 
	tehlikeden başka Uşak’tan İstanbul’a kadar geniş bir sahayı avucu içine alan 
	bu biçimsiz noktalarda öyle ani ve mütekabil hava cereyanları oluyor ki: bir 
	dakika içinde insanı çalyaka edip yuvarlaması işten bile değil... Böyle bir 
	şeye rastlanırsa insanın derhal yere yatmasından başka çare yok...
 Rüzgâr ve kar burada çok tuhaf oyunlar oynamış... Cesim kar 
	yığınları tesiriyle bazen büyük birer virgül şeklini almış, bazen de 
	kayaların üstünde bir ev çatısı gibi öne doğru çıkarak kar kalkanları 
	yapmış. Bu virgüllerden birine Kuşaklıkaya belinde rastladık. Önüme böyle 
	bir şeyin çıkacağını tahmin etmeyerek süratle bele doğru iniyordum. Birden 
	bire havaya yükseldiğimi hissettim. Bunu hissetmemle düşmem bir oldu. Aradan 
	ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum. Arkadaşım anlatıyor: bu kar yığınını 
	aştıktan sonra beş metre havaya yükselmişim. Ve bir o kadar da mesafe alarak 
	öne uçmuşum. Düşüş öyle şiddetli oldu ki: Belimdeki mataranın sımsıkı bağlı 
	olan kupası bile yerinden koparak yuvarlanmış.
 Nihayet burada kayakları ayaklarımızdan çıkarıp omuzlarımıza 
	aldık. Cam gibi parıl parıl yanan buz kütleleri üzerinden yaya yürümeğe 
	başladık. Zirve çıkış harikulade heyecanlı idi. Sağımız en ufak bir arızası 
	hatta siyah bir noktası ve bir dikili çubuğu olmayan dimdik bir uçurumdu.
 Aşağıya baktıkça gözlerimiz kararıyor ve bir daha dönüp o 
	tarafa bakamıyorduk. Maazallah burada ayağımız kayarsa altı kilometre 
	aşağıdaki Soğuk pınar nahiyesine havadan sukut edecek ve hiç şüphesiz ki 
	daha yolda parçalanacaktık. Bereket versin buz kütlelerinin bir kısmında 
	ancak bir parmak kalınlığında kar vardı. Topuklarımızı bu kara dayayarak çok 
	ihtiyatlı adımlarla yürüyorduk. Fakat zaman geldi topuklarımız bu kadarcık 
	bile kar bulamayınca bir cama basmış gibi buzda kayıyor ve kan ter içinde 
	muvazenemizi bozmamaya çalışıyorduk. Bu tüyler ürpertici manzara doğrusu 
	ufak bir muvazenesizlik anında ayaklarımızı olduğu kadar içimizi de 
	titretiyordu. Tepeye çıkış tam bir saat sürdü. Diyebilirim ki bu bir saat 
	bize hayatımızın en korkunç dakikalarını ve tahayyül edebildiğiniz bütün 
	heyecanları bir arada yaşattı. Tepedeki manzaranın azameti karşısında korku 
	ve heyecanımız yerini hayrete terk etti.
 Anadolu'nun büyük dağları başlarına birer beyaz külah geçirmişler gibi 
	uzaklarda küçücük kalmışlar... Marmara denizi ve Apolyont gölü sanki mini 
	mini bir havuz olmuşlar.
 Zirvedeki 
	işaret ve bayrak direkleri resimde göründüğünüz gibi birer büyük buz 
	kütlesiyle kucaklaşmışlar. Bu iki buz kütlesinin ortasını kısmen rüzgâr 
	tutmuyordu. Oracıkta büyük bir iştaha ile yemek yedik. Yere attığımız 
	çikolata kâğıtları tepenin her iki tarafından esen rüzgâra tabi olarak 
	bulundukları yerde dans edip duruyorlardı. Bu kâğıt parçaları tepede 
	kaldığımız müddetçe oradan kımıldanamadılar. Kasadaki deftere şu cümleyi 
	yazarak imzaladık;
 “Türk genci! Eğer sana bir yabancı bu tepeye çıkamazsın derse bil 
	ki; milli izzeti nefsini incitmek içindir. İyi bir kayak, kuvvetli bir ayak, 
	biraz soğukkanlılık seni yalnız buraya değil bunun iki misli yüksekliğe 
	çıkarır.”
 Zirvede fazla kalamadık. Çünkü üşüyorduk. İnişte 
	kayaklarımızın iplerini çözerek ayaklarımıza taktık. Zikzak kayarak kâh 
	tepenin soluna kâh sağına doğru zaviyeler çizmek suretiyle meyli yedire 
	yedire yarım saatte kuşaklı kaya beline indik. İniş çıkıştan herhalde daha 
	emniyetli ve daha tehlikesizdi. Bir saatte otele döndük. Otelde arkadaşlar; 
	tepeye çıkamayacağımızı zannederek aralarında bahse girmişler... Ve bizi 
	tepeye kadar gözle takip etmişler... İki siyah noktanın bazen bir araya 
	geldiğini bazen ayrıldığını gördüklerini sonrada muvaffak olduğumuza kanaat 
	getirmişlerdir. Yemekten sonra Ankaralı Profesör Her Lidel’le ve 
	arkadaşlarla vedalaşarak 4,5 saatte bursa‘ya inmiştik.
 Teklifimiz üzerine Bursa Dağ Kulübü Şubat ve mart ayları 
	içinde zirveye çıkmayı yasak etti. Çünkü bu aylarda karlar güneş görünce 
	donup buzlaşıyor ve buraya cümudiyeler üzerinde yapılan seyahatlerde 
	kullanılan teçhizat olmadıkça çıkılamıyor.                                                             
	YEDİGÜN, Mart 1934
                                                                
	
	Kaynak: http://serdarkusku.blogspot.com  |