Ahmet Cevizci' nin Köşe
               Yazılarından Örnekler

Ahmet Cevizci

Ahmet Cevizci Felsefe Grubu

 






 

                           17.11.2009'da www.bursahaberler.com'da yayımlanan yazısıdır.

     Felsefe Nedir?
    Felsefe, hemen her konuda, ama özellikle de “büyük sorular” ve sorunlar üzerine eleştirel, sorgulayıcı, derinlemesine ve sistemli düşünme olarak tanımlanabilir. Bu “büyük sorular”, bilim de dâhil olmak üzere, başka hiçbir disiplin tarafından yanıtlanamayan sorulardır.
    Söz konusu sorular, akıl sahibi, hayatta bir amacı olan insanın ilgisiz kalamayacağı sorulardır. Gerçekten de hayatını anlamlandırmak isteyen hiçbir insan, bu sorulara kayıtsız kalamaz.
    Felsefede ele alınan büyük sorular, yaklaşık iki bin beş yüz yıldan beri sorulan sorulardır; yani, büyük Doğulu bilge Gautama Buda (MÖ 563 – 483)’nın da söylediği gibi, “İnsan ne gökyüzüne, ne okyanusun ortasına, ne de bir dağın ortasına kaçmalı. Bunlar güvenli ve yüce sığınaklar değildir. Çünkü insan, sorularından ve acılarından bu sığınaklara vardıktan sonra da kurtulamaz.”
Bu soruların net ve değişmez yanıtları, herkese uygulanabilecek hazır reçeteleri yoktur. Daha doğrusu, bu soruların tek tek kişilerin kendileri tarafından sorulup onların yine kendileri tarafından, kendileri için yanıtlanmaları gerekir. “Kendi kanatlarıyla uçamayan hiçbir kuşun yükseğe çıkamayacağını” söyleyen meşhur İngiliz şairi, ressam ve düşünürü William Blake (1757 – 1827)’in de ima ettiği üzere, insan hayatını büyük sorulara başkalarının verdiği yanıtlarla ne yönlendirebilir ne de anlamlandırabilir.
    Büyük sorular aynı zamanda anlam ve değerle ilgili olan sorulardır. Burada, belirli türden soru ve sorunların sadece belirli ortamlarda yanıtlanmaya ve çözülmeye uygun bir yapıda olduklarını unutmamak gerekir. Örneğin çok ağrıyan dişinize sadece diş hekimi çare bulabilir. Devlete ödediğiniz veya ödemeniz gereken vergiyle ilgili bir probleminiz olduğu zaman, bunu sadece mali müşaviriniz veya avukatınız aracılığıyla çözüme kavuşturabilirsiniz.
Başka türden sorunlar daha fazla sayıda uzmanın birlikte çalışmasını gerektirebilir. Örneğin mal varlığı paylaşımının yanında çocukların velayeti için mücadele verilen karmaşık bir boşanma sürecinden geçiyorsanız, avukatınızın yanında, muhasebeciye ve çocuk psikologuna ihtiyaç duyabilirsiniz. Fakat “devlete neden vergi verilmesi gerektiği” veya “insanlar ya da eşler arasındaki ideal ilişkinin nasıl olması gerektiği” soruları, bu uzmanlardan hiçbiri tarafından gereği gibi yanıtlanamaz. Bu büyük soruları, sadece felsefe yardımıyla yanıtlayabiliriz.
    Bu değişmez gerçeği, bu kez başka bir yoldan giderek şöyle ifade edebiliriz: “Hayatta en önemli şey nedir?” sorusu farklı koşullar içinde bulunan farklı insanlarda farklı yanıtlarla karşılanır. Bu soru Afrika’da açlık felaketinden kırılan bir ülkenin yoksul bir yurttaşına sorulacak olsa, yanıt muhtemelen “yemek” olur; aynı soru soğuktan donmakta olan birine yöneltildiğinde yanıt, bu kez herhâlde “sıcak” olur. Aynı soru nüfusu göreli olarak yaşlı insanlardan oluşan gelişmiş bir Batı ülkesinde yalnız yaşayan bir ihtiyara sorulduğunda, yanıt kesinlikle “başkalarıyla birlikte yaşamak” şeklinde olacaktır.
    Fakat yeme, sıcak bir ortamda barınma ve yalnızlığın üstesinden gelme ihtiyacı giderildikten sonra da insanların ihtiyaç duydukları başka şeyler olur. Çünkü insan sadece bir bedenden ibaret değildir; onun bir de ruhsal varlığı, manevi bir boyutu vardır. Bu yüzden insan kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmek ister; neden yaşadığını, birlikte yaşadığı başkalarına karşı görevlerinin ne olduğunu anlamak arzusu gösterir. O, olup bitenleri idrak etmek ister, değeri yaratma ve taşıma ihtiyacı duyar.
------------------------------------------------------------------------------

BİREYSEL AÇIDAN FELSEFEYE DUYULAN İHTİYAÇ 

                               19.12.2009'da www.bursahaberler.com'da yayımlanan yazısıdır.

  Felsefeye, her şeyden önce fikirlerin tarihini tanımak için ihtiyaç duyarız; çünkü felsefe düşünsel dünyamızı zenginleştirecek fikirlerle doludur. Düşünce tarihi yaklaşık üç bin yıllık, alabildiğine zengin bir tarihtir ve bu tarih, kendimize çıkartabileceğimiz derslerle doludur. Büyük Alman şairi ve düşünürü Johann Wolfgang von Goethe (1749 – 1832) “Üç bin yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz; günü gününe yaşar ancak.” derken, muhtemelen bunu anlatmak istiyordu. İspanyol düşünürü George Santayana (1863 – 1952) da “Geçmişi hatırlayamayanlar onu tekrarlamaya mecburdurlar.” sözüyle tam tamına bunu kastediyordu.
  Felsefeye, çok daha önemlisi, kendimizi tanımak için ihtiyaç duyarız. Bu genel doğruyu da ilk olarak ve en iyi antik Yunanlılar göstermiştir. Aslında hemen her kültürde bulunan “Kendini tanı!” sözünü en erken kullanan kavim olan Yunanlılar, bu sözü tapınaklarının kapısına yazmışlardı. Gerçekten de insan ne ve kim olduğunu ancak felsefeden veya felsefe yardımıyla öğrenebilir. Bizim salt bir et ve kemik yığını olmayıp aynı zamanda bir ruh varlığı olduğumuzu, bize en iyi felsefe gösterebilir; dünyaya sadece soluk alıp vermek veya salt keyif almak için değil, fakat biraz da doğaya ve başkalarına olan ödevlerimizi yerine getirmek için geldiğimizi felsefeden öğrenebiliriz.
    Zira, felsefe, her şeyden önce, insan olarak var oluşumuzun anlamıyla ilgili bazı temel soruları ele alır. İçimizden her birinin bu temel, büyük felsefi sorular üzerinde düşünmesinde, var oluşumuzu anlamlandırmak bakımından büyük yarar vardır. Nitekim Sokrates, “incelenmemiş, sorguya çekilmemiş bir hayatın yaşanmaya değer olmadığını” söylemiştir.
  Felsefeye, yine bireysel olarak, bu dünyadaki kısacık hayatımızda neyin bizim elimizde olup neyin olmadığını öğrenmek için ihtiyaç duyarız. Sadece Sokrates değil, fakat yirminci yüzyılın önemli düşünürlerinden Jean-Paul Sartre (1905 -1980) da, olgusal koşullarımızı değiştirmenin bizim elimizde olmadığını söylemekteydi. Yani, bu dünyaya gelmişsek eğer, gelmemiş olmak elimizde değildi. Anamızı babamızı, doğduğumuz coğrafyayı, mensubu olduğumuz dini, üyesi bulunduğumuz millet ya da etnik grubu seçmek elimizde olmadı. Boyumuzu, cinsiyetimizi, başkaca biyolojik özelliklerimizi seçmek de elimizde değildi. Bütün bunlar biz insanlar için verili olan, değiştirmenin mümkün olmadığı şeylerdir. Ama karakterimizi ve insanlığımızı geliştirmek, daha iyi ve daha erdemli insan olmak için çalışmak, bizim elimizde olan bir şeydir. Sartre bu yüzden “İnsan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir.” diyordu. Bizi bekleyen büyük çevre felaketine yüzyıl öncesinden dikkat çekmiş olan Amerikalı çevreci düşünür Henry David Thoreau (1817 – 1862) da bu bağlamda, “İnsan, kendi hâline bırakabileceği şeylerin sayısı kadar zengindir.” dememiş miydi?
  Aynı şekilde Sokrates de insan için esas önemli olanın “ruha özen göstermek” olduğunu söylüyordu. Demek ki felsefeye neyin gerçekten önemli ve değerli olduğunu kavramak için ihtiyaç duyarız; ona, hayatta neyin peşinden koşmak gerektiğini açıklıkla görmek için başvururuz. Zira koşullarımız, bize çoğu zaman aslında biraz da kayıtsız kalmamız gereken şeyleri peşinden koşulması gereken amaçlar olarak sunar. Dahası insani kibrimiz zaman zaman iyi ve doğrunun yolundan çıkmamıza yol açar. İnsanların birbirlerinin güzelliğini, zenginliğini, gücünü, etkinliğini, başarısını ve benzer özelliklerini kıskanmaya eğilimli olduklarını gözleyen İngiliz düşünürü Hobbes, bir başkasının akıllılığına ve erdemine gıpta eden birine rastlamadığını söylerken, herhâlde bunu anlatmak istiyordu.
  Felsefeye, sadece dışımızdaki şeylerle olan ilişkimizi doğru belirleme noktasında ihtiyaç duymayız; ona, bizde var olan şeylerin dengesini sağlamak açısından da ihtiyaç duyarız. Çünkü Lübnanlı ozan ve düşünür Halil Cibran (1883-1931)’ın da söylediği gibi, “Ruhumuz çoğu zaman bir savaş alanıdır. Mantığımız ve sağduyumuz tutku ve arzularımıza karşı savaş verir.” Hayatımızı zenginleştiren tutkular olmadan büyük ve önemli hiçbir şey yapılamaz. Ama tutkularımızı gereği gibi kanalize etmeden başıboş bırakmak da hayatımızı altüst etmekle sonuçlanır. Bu noktada ikisi arasında bir denge kurmaya, tutkularımızı dizginlemeye ihtiyaç duyarız. Amerikalı ünlü mucit, bilim adamı ve düşünür Benjamin Franklin [Benjamin Fıranklin] (1706 – 1790) “Tutkunuzla hareket edecekseniz, bırakın dizginleri mantığınız tutsun.” derken, bu zorunluluğa işaret etmek istiyordu. İnsanlığa MÖ 6. yüzyıldan seslenen büyük Çin düşünürü Lao-Tsu da “Başkalarını fetheden güçlüdür; kendini fetheden ise bilgedir.” derken, aynı dengeyi ve felsefi bilgeliği kastetmekteydi.
    Felsefe, bize böyle bir yaşam bilgeliği sağlayabilir; çünkü felsefe, mantıkla tutkular arasındaki bu bitmek bilmeyen çekişmede tutkunun zararlı etkilerini dizginler. Böylelikle de biz insanlara iyi bir denge kurma ve yaşamımızı dayandıracağımız mantıklı ilkeler oluşturma noktasında yardım sağlayabilir. Mantık, bir yandan duyguları serbest bırakmak, bir yandan da zararlı olanları ifade etmek için yapıcı yollar göstererek tutkuyu dengeleyebilir.
   Kabul etmek gerekir ki kısa vadede tutku mantığa, uzun vadede ise mantık tutkuya hükmeder. Söz gelimi delicesine âşık olmak mantıksız davranmamıza yol açarken, öfke kendimizi kaybetmemize ve daha sonra pişman olacağımız şeyler yapmamıza neden olur. Bu patlamalar, mantığı geçici olarak ortadan kaldırır. Bununla birlikte kişisel, toplumsal, mesleki ve politik hayatlarımız ilkelerce yönetilir ve bu ilkeler, felsefenin düşünme, yorumlama gibi mantıksal refakatçilerine göre belirlenir.
   Demek ki, felsefeye ilkeli bir hayat sürebilmek için ihtiyaç duyarız. Çünkü insan, vahşilerden farklı olarak, akıllı bir varlıktır; bu özelliği dolayısıyla, hayatını birtakım ilkelere dayandırır. İlkesiz bir hayat, hatta ilkeleri sorgulanmamış bir var oluş, sıradan ve temelsiz bir var oluştur; hayatımızın böyle ilkesiz bir var oluşa dönüşmemesi için felsefeye ihtiyacımız vardır.
  Felsefeye hayatın akışı içinde karşılaştığımız sorunların üstesinde gelmek için ihtiyaç duyarız; ondan, bizi zorlayabilecek çeşitli olaylar karşısında dik duruş sergileyebilmek için destek alırız. İsviçreli psikolog ve düşünür Carl Gustav Jung (1875 – 1961)’un da söylediği üzere, “Hayatın akıntılarında yüzen hiç kimse dertsiz kalmaz.” Felsefe kaygılarımızı hafifletmemizi, dertlerimizi aşmamızı, bu dünyadaki hayatımız sırasında yolumuzu kaybetmememizi sağlayan en önemli araçtır. Felsefenin bu özelliğini ifade etmek üzere, yirminci yüzyılın ünlü filozoflarından Ludwig Wittgenstein (1889 – 1951), meşhur benzetmelerinden birinde, insanın bu dünyadaki durumunu bir şişe içindeki sineğin durumuna benzetmişti. Wittgenstein’a göre, şişenin içine sıkışmış olan sinek şişeden dışarı çıkmak ister, fakat bunu nasıl başarabileceğini bilmez. Felsefenin esas görevi, sineğe şişeden nasıl çıkacağını göstermektir. Onun bu benzetmesine göre, biz insan varlıkları bu dünyadaki hayatımız sırasında, zaman zaman kendimizi kapana kıstırılmış hisseder ve yolumuzu bulmakta güçlük çekeriz. İşte felsefe, biz insan varlıklarının kapana kıstırılmışlık duygusundan kurtulmamızı sağlar, yönümüzü bulmamıza yardım eder.
    Çünkü kabul etmek gerekir ki problemleri, dertleri yaratan biraz da düşüncelerimiz, dünyaya ve olaylara bakışımızdır. Emerson’un da söylediği gibi “Aynı dünya farklı zihinler için cehennem de olabilir cennet de.” Bellek depomuzun yönetimi bizim elimizdedir ve onları ortaya çıkaracak zihinsel mesajları sadece bizler gönderebiliriz. Neden kötü anılar yerine iyi olanları seçmeyelim. İrademizi olumlu düşüncelere alıştırıp kötü anıların yerine iyi hatıraları koymak, bizim elimizdedir. Bunu, bize sadece felsefe gösterebilir.
    Felsefeye, yine aynı doğrultuda kafa ve kavram karışıklığımızı gidermek için ihtiyaç duyarız. Çünkü günümüzde pek çok insan birtakım zihinsel karışıklıklar yüzünden dertler ve kaygılar içinde kıvranıp durur. Gerçekten de insanlar son zamanlarda giderek artan bir sıklıkla imtiyazları haklarla, tarafsızlığı öznellikle, istemeyi ihtiyaç duymakla, fiyatı değerle, zenginliği başarıyla karıştırmaktadır. İşte bu kafa karışıklığını giderecek, kavramsal açıklığı sağlayacak olan şey felsefedir. Çünkü felsefe, insana birçok konuda doğru ve açık seçik düşünebilmeyi öğretir. Felsefi düşüncenin yöntemleri, insana hemen her konuda akıl yürütebilmesi için gerekli temelleri hazırlar. Böyle bir düşünce türü, insanın bir probleme birçok yönden bakabilmesini, sorunlara ön yargısız yaklaşabilmesini sağlar; o, insanın hiçbir şeyi mutlaklaştırmayıp her şeyi eleştiri süzgecinden geçirebilmesini temin eder.
     Felsefeye, bir kez daha aynı bağlamda öncelikleri belirlemek, “bilgi olmadan fikir, fikir olmadan zikir (söz söyleme, görüş bildirme) olamayacağını” anlamak için ihtiyaç duyarız. Nitekim 20. yüzyılın önemli filozoflarından Bertrand Russell [Bertrand Rasıl] (1872-1970) bu konuda şöyle der: “Biraz felsefe herkese gereklidir ama en düşüncesizlere değil. Bilgi olmayınca felsefenin aptalca olacağı neredeyse kesindir. Bunun sonucunda insan soyu, rekabet eden fanatik gruplara ayrılır. Her grup kendi saçmalığının kutsal doğru, karşı tarafınkinin yoldan çıkma ya da sapkınlık olduğuna iyice ikna olmuştur.”
     Günümüz bilgi toplumunda, bildiğimiz şeylerin sayısı inanılmaz ölçülerde artıyor. Öyle ki büyük alanlara kurulan ve yüz binlerce kitap alabilen kütüphanelerdeki kitaplar bugün elektronik ortamda vasati bir bilgisayarın belleğine sığdırılabilecek durumda. Ama öğrendikçe bilmediğimizi anladığımız da bir gerçek. Fakat bu, elbette hiçbir şey bilmediğimiz anlamına gelmiyor. Bir şeyler biliyoruz ve olup bitenlere anlam vermek için çalışıyoruz. İnsanı insan yapan şeylerin başında gelen bu anlamlandırma faaliyetinin temelinde doğru ve sağlam bilginin bulunması gerekir.
     Platon işte bu duruma ve doğru bilginin hayatımızdaki önemine işaret etmek için, öğrencileriyle birlikte araştırmalarını sürdürdüğü araştırma kurumunun kapısına “Geometri Bilmeyen Giremez!” yazısını yazdırmıştı. Platon matematiksel doğruların olabilecek en kesin ve en temel doğrular olduğunu biliyordu. O, dahası bu doğruların etik ya da politik konular benzeri, kesinliğe pek fazla izin vermeyen konulara eğilmeden önce öğrenilmeleri gerektiğini düşünmekteydi. Hayatta doğruluk, adalet ve özgürlükle ilgili daha büyük soruların, matematiksel soru ya da problemler benzeri daha küçük sorular yanıtlanmadan önce doğru düzgün yanıtlanamayacağını düşünüyordu..
    Gerçekten de milyonlarca insan, günümüz dünyasında pek çok sorunla boğuşmaktadır. Birçok araştırmacının deyimiyle “bu küresel köyde” pek çok insan, ekonomiden çevre problemine, sağlıktan evsizlik sorununa, toleranstan terörizme kadar herkesi yakından ilgilendiren ve her birimizde kaygılara yol açan çok sayıda sorunla âdeta boğuşuyor. Platon bugün yaşasaydı “2 + 2 kaç eder?” benzeri küçük ve sıradan soruları anlamadan, daha büyük soruları anlama ve yanıtlama şansımızın düşük olacağını söylerdi.
    O, kavram kargaşasını gidermeden sağlıklı ve doğru düşünemeyeceğimizi, dolayısıyla anlamlı tartışmalar ve çözümler üretemeyeceğini belirtmeye özen gösterdi. Aynı Platon, kendimizi değiştirmeden, özellikle de zihinsel olarak geliştirmeden olup bitenleri değiştirmenin mümkün olamayacağını ifade ederdi. Aynı şeyi 20. yüzyılın önemli liderleri ve düşünürlerinden biri olan Hindistanlı Mahatma Gandhi [Mahatma Gandi] (Resim 1.11, 1869 – 1948) de söyler: “Dünyada görmek istediğimiz değişikliği önce kendimizde gerçekleştirmemiz gerekir.”