Pierre Loti'de Bursa


Edebiyatımızda Bursa

 

   Yeşil Cami'nin imamları sabah gölgesinde oturmuş, o günün tahayyülatına başlıyorlardı. Yeni güneşin ilk saatleri onları mutad yerlerinde, mukaddes avlunun kenarına, asır-dide çınarların altına henüz toplamıştı. Arkalarında cami, mermer cephesini arz ediyordu ve ayakları  altında, hayran gözleri önünde, yeşillikler içine dalmış Bursa şehri ovaların uzak uçurumuna gömülüyordu.

     Onlar, Yeşil Cami'nin imamları, gölgede tahayyüle dalıyorlardı. Hareketsiz sarıkları üzerinde çınarların taze yaprakları pek serin bir kubbe uzatıyordu. Dalgalanan düşüncelerini teşviş eden (bulandıran) gürültüler azdı. Kuş şarkıları, akar sular musikisi ve küçük çocukların uzaktan işitilen sesleri, aşağıdan, ağaçlar arasına yarı saklı şehir, asude ve bu kadar yaprak altında hafiflemiş hayatın zemzemesini, ancak gönderebiliyordu.

    İmamların tahayyüle daldıkları avlu bile caminin ilka ettiği (öğrettiği) dini hissediyordu. Mayısın küçük çiçekleriyle örtülmüştü; oraya, her gelene açık bir kapıdan girilirdi. Bu imamların iltica ettiği ihtiyar çınarlardan başka orada bir büyük, muzlim (karanlık) servi ile içerisinden bir çeşme fışkıran, hafif kubbelerle müzeyyen (süslenmiş) bir beyaz köşk vardı.

   Biz, küçük, boyalı arabamızda geçerken Bursa gözlerimiz önünde manzaralarını değiştirmişti. Yarım saat yoldan sonra, içerisinde bir ağaç kümesi altında sel akan geniş ve derin bir hendeğe vasıl olmuştuk. Üzerinde köprüler, Bizans'tan kalma atik, ağır ve yarım çemberli köprüler vardı. Bu köprülerin genişliği beyhude olduğu için Türkler, üzerine, parmaklıklar boyunca acip manzaradan mahfuz olmak (saklı) üzere asılı evceğizler inşa etmişlerdi. Bunlar meskun köprülerdi. Arap şehirlerinin gayri-kaabil-i nüfuz (içine sızması imkansız)ve sıra beyaz kireçten oldukları için gömülü gibi duran büsbütün penceresiz evleri vardır; bunun aksine olarak Türkiye'nin boyalı ahşaptan şehirleri, ahkam-ı İslamiye'ye (İslami yargılar) riayet etmek üzere, yalnız hafif kafeslerin örttüğü binlerce delikten etrafa bakar.

    Şehir nihayet geçildikten sonra arabamız Yeşil Cami'nin yanında, çınarların altında durmuştu ve biz daha o zamandan meshur (büyülenmiş), hatta biraz vecde dalmış, mukaddes avluya dahil olmak üzere küçük kapıdan geçmiştik. O zaman avlunun kenarına oturmuş imamların, temaşa ettikleri derin uzaklıklar üzerine resmedilmiş çehreleri gözüktü. Sarıkları, beyaz ve yeşil sarıkları bize doğru bir an için dönmüştü ve sonra bizi de temaşa etmeye bırakarak tekrar tahayyüle dalmışlardı.

    Bembeyaz ve sakin cami bize kaldı. Asırlarla, zelzelelerle biraz eğilmiş duvarları, lekesiz beyazlıklarına rağmen evvela uzak zamanlar hissini veriyordu; orada dizili taşlar arasına yeşil bir saçak teşkil ederek taraf taraf otlar bitiyor ve yuvalarını duvarların kovuklarına yapan, meşgul güvercinler, etrafta gidip geliyorlardı. Terkibi esrarengiz olan yüksek kapının başlığı, mağara stalaktitlerinden (sarkıtlarından) yapılmış karışık bir kemer boynu gibiydi ve pencereler, Gırnata saraylarının narin ziynetleri ile çerçevelenmişti. Fakat teferruatın bu müfrit (aşırı) karışıklığına rağmen heyet-i umumiye (genel yapı), büyük hutut (çizgiler), her şey yine rahataver ve sade idi. Beş asır evvel Yeşil Cami'yi fikrinde tasarlamış ve onu bu derin manzaralar önünde, bu ağaçlar memleketi üzerine ilerleyen bir balkon şeklinde bina etmiş olan insan, hayalin hakikaten büyük bir üstadı imiş. 

          

     Hiç dokunulmayan otların istila ettiği beyaz mermer merdivenler üzerinde bugün küme küme gelincikler bitmişti. Türkler, beşerin en mutantan (görkemli) şeyleri üstünde haklarını istirdadeden (geri isteyen) vahşi çiçeklerin ve harabelerin sihrini bilirler. Zaten onlar hiçbir şeyi asla tamir etmek istemiyorlarsa bu, Allah'ın arzusu- ki her şeyin düşmesi ve bitmesidir- hilafına gitmemek içindir.

   Gölgede oturan imamlar, bizim mabede girmeşi arzu ettiğimizi anlayınca, yanlarından uzanmış, düşünen bir delikanlıyı göndermişlerdi. Bu, mukaddes makamı ziyarete gelenlere pabuç kiralamayı sanat ittihaz etmiş fakir bir çocuktu. Ayaklarımızı giydirmek ve asude caminin kapılarını açmak üzere mütevazıane gelmişti.

     Ortada bembeyaz bir havuzdan bir çeşme fışkırıyordu. Duvarları üzerinde nadide çiniler- üç yüz seneden beri boyanması usulü unutulmuş olanlardan- ve mermerlerin beyazlığı teakube ediyordu (birbirini izliyordu). Duhul (giriş) kapısının üstünde, gayet yüksekte, eski zaman sultanlarının mahfili gözüküyordu. Ve her iki tarafta, döşeme taşları tesviyesinde (seviyesinde), buna müşabih (benzer), imamlara mahsus başka mahfillere açılıyordu. Gayrıkaabil-i tasavvur çiçekler tasavvur ederek o mahfilleri üzeri kıymettar (değerli) mermerlerin açık sema rengi serin firuzeden acayip yeşillerde sönen ölgün firuzeye kadar bütün firuze mavilerinden çerçeveleri ve saçakları vardı.

    Caminin nihayetinde mihrap lem'a-nisar (ışıltı saçan) idi; gayet yüksek ve haşmetli bu eski sanat şeh-karı (baş eser) tekmil çinidendi; çiçeklerin, arabesklerinin, kabartma kitabelerinin layetenahi (sonsuz) büklümleri vardı; bin büklümlü daire-i beyziyesi stalaktitlerle (sarkıtlarla) mahmuldü ve mağara kubbelerindeki bati tebellüratı (billurlaşmaları) hatırlatıyordu; ve hepsinin üzerinde, bu yığılmış karışıklıkları tetviç eden (taçlandıran) yonca yaprağı şeklinde bir sıra büyük ve rengarenk tezyinat, duvarların beyaz mermerleri arasında nazarı celbediyordu (dikkat çekiyordu).

    Ve daima, dışarıda olduğu gibi burada da, teferruatın hayret-bahş (hayret veren) yığını içinde cami, her şeye rağmen nazara ferah vermek için, heyet-i umumiyesinde yüksek bir sanatla kurulmuş ve sade idi. Orada hasıl olan sükut belki canlı şekillerin bulunmamasından ileri geliyordu. Kiliselerimizi tezyin eden, bazen muhteşem, fakat daima fazla beşeri suretlerden burada eser yoktu. Çiçekler bile kendilerini değiştiren bilmem nasıl sert bir tavra malik, her tarafta  hendesi (geometrik) bir mutabakat, gayri- şahsi, hayali mevcut olmayan şekiller; eşyanın terkibi ve saf hututu (çizgileri) gayri-uzvi (organik olmayan), gayri-maddi, ebedi bir alemin kurbiyet (yakınlık) ve sükununu hissettiriyordu.

    Sonra bu caminin banisi Mehmed-i Evvel'in türbesini ziyaret etmek istemiştik. O civarda, biraz daha yüksek bir meydan üzerindeydi ve bizim oraya gitmemiz için ihtiyar çınarların altından geçmek, birkaç taş basamaktan çıkmak lazım geldi.

    Asıl bu türbenin ismi olmakla beraber Yeşil, etrafın şayan-ı hayret ettiği yeşilliği ve çınarların burada mermer üstünde idame ettirdiği yeşil ziyası ile bu mübarek yerin heyet-i umumiyesine (genel yapı) pek yaraşıyor.

     Kubbeli ve sekiz köşeli bir mezar ki haricini tezyin eden (süsleyen) sıvanın küf rengi murabbaları kertenkele yollarını taklit ediyor.

   İçeride, deniz ve zümrüt renkleri arasında oynayan bir seher, dışarıdaki müşabih (benzer), fakat üzerlerine yaldızla ince arabesk çizilmiş çiniler ve sekiz yeşil köşenin herbiri ortasında birçok renkli ve dilimli bir şekil- şu hem gayet karışık, hem gayet sade nakış- Acem şalına benzeyen ve ince uzun bir uç haline gelerek zambağa benzer bir çiçekle nihayetlenen şekillerden bir tane, yükseğe, kubbenin yanına takılmış renkli, küçük camlardan, mücevherler arasında süzülmüş gibi mütehavvil (değişken) bir ziya  (ışık) akıyor. Yerde, üzerlerinde pabuçlarla sessiz yürünen eski halıların kalınlığı ve türbenin ortasında bir sandık: tabut şeklinde, başında eski kavuk, üzerinde Frenk üzümü renginde ve donuk beyaz sırma ile ayet-i kerime işlemeli Mekke örtüsünü taşıyan azim sandık. Bu deniz suyu renkli zemin önünde yükselen büyük, hazin, pembe ve sırma örtülü şey, Şark sanatının harikalarından biridir.

    Heyet-i umumiyesi Bursa'yı teşkil eden bu birçok sükun ve hayal mahalleri içinde bilhassa leziz olan biri daha vardır: Muradiye Cami etrafındaki mezarlık. Burada kule kadar yüksek servilerin, Fome baobapları (bir tür ağaç) kadar büyük çınarların gölgesi altında geçmiş son padişahların birkazının meskenini teşkil eden küçük türbeler var. Gül ağaçları sarmaşıklar gibi, bir ağaçtan bir ağaca dolanır, yabani otların istila ettiği dar yollarda hayret-bahş (hayret veren) bir hoşlukla açarlar. Her tarafta, eski çeşmelerden su akar; kuşların bütün dallarda yuvaları vardır. Burası gölgenin korusu, bilhassa güllerin korusudur. Bir istisna olarak buradan bir yer gözükmez; ayağıdaki ovalar buradan yalnız hissedilir. İnsan burada sükutu her yerden daha ziyade taaruzdan masun ve mahzun kılan yeşil bir kubbe altında duyar.

                                 

   Dalgın bir imamın bize birer birer açtığı bu pek eski türbelerin en cazibedarı Sultan Murat'ınkidir. İçerisi en ziyade hayrete şayan çinilerle örtülüdür. Bu mavimsi zemin üzerinde eski tarzda ve kıymettar resimli çiçekler serpilmiştir; kabartma şeklinde minelenmiş kızıl çiçeklerle karışık firuze yeşili ve lacivert çiçekler. 

     Pembe çiniden, zemini siyah, üzeine pembe çiçek demetleri ile müzeyyen beyaz, dini kitabeler yazılan saçak şeklinde bir kabartma bu pek latif duvar tezyinatı üzerine uzanır.

     Padişah, mezarının çimenle bezenmiş ve sema suyu ile ıslanmış olmasını istediği için sadık halefleri bu bi-baha (çok değerli) türbenin kubbesinde bir delik bırakmışlardır ki oradan yağmurlar girer; büyük ve açık bir tabut şeklinde beyaz mermer sanduka kırmızımtrak bir toprak ile doldurulmuştur ki orada harikulade, çini duvarların gölgesinde, solgun ve mariz (hastalıklı) bir ot biter.

                                         Yeni Mecmua'nın özel Bursa sayısından (1923)