Bir Dinazorun Anıları, Mina Urgan, YKY yayınları, 69. 
	Bs, İstanbul, 2004  
	 
	     s. 86: 1938 yazında kardeşim Halil, Çerkez dadım Gülistan 
	Hanım, arkadaşım Nail Çakırhan ve ben iki hafta kalmak üzere Uudağ’da çadır 
	kurduk. Altmış yıl önce Uludağ’da bir kayakevi, küçük bir otel, tek gözlü 
	meteoroloji istasyonu vardı sadece. Kamping alışkanlığı henüz 
	başlamadığından, bizimkinden başka bir tek çadır da yoktu ortada. 
	Kayakevinde ve otelde kalanlar, gelip merakla seyrederdi çadır yaşantımızı. 
	Dadımın gazocağının üstünde kuru fasulye pişirmesi özellikle ilgilerinin 
	uyandırdığı için, Gülistan Hanım onlara ikramda bulunurdu ara sıra. Yalnız 
	insanlar değil, o sırada ıssız olan dağda rahat rahat gezinen ayılar da 
	meraklıydılar çadırımıza. Onları görünce hemen yere çöker, hiç kıpırdamadan 
	otururduk. Homurdana homurdana çok yakından geçtikleri de olurdu. Bir gece 
	dadımın ödü kopmuş; çünkü bir ayının, gene homurdanarak çadıra girdiğini 
	sanmış. Oysa fazla kuru fasulye yediğim için, benim guruldayan karnımdan 
	çıkıyormuş o sesler…… Yılda birkaç kez üniversitenin kayak ekibiyle Uludağ’a 
	çıktığımız için giderken de, dönerken de bir gün kalırdık Bursa’da. Tüm 
	görkemli güzelliğine karşın o kente ısınamamıştım. Çünkü, şimdi herhalde 
	öyle değildir ama, altmış yıl önce akıl almayacak kadar tutucu bir yerdi. 
	Bizler, aynı yerde, aynı kumaştan dikildiği için birbirinin tıpkı eşi olan 
	lacivert pantolonlu, lacivert montlu kayak kılığımızla kızlı erkekli 
	yollarda gezerken Bursalılar hem yadırgayan, hem ayıplayan gözlerle kötü 
	kötü bakarlardı bize. Bir gece tuvalete gitmek için koridora çıkınca bir de 
	baktım ki seksen yaşında bir kadın, bir iskemlede oturmakta. Yatacak yer 
	bulamayan bir yolcu sandım onu. “Böyle iskemlede kalma teyze. Yatağımı sana 
	vereyim. Ben kızlardan biriyle yatarım” dedim.. Kadıncağız teşekkür ettikten 
	sonra durumu açıkladı: Otel sahibinin annesiymiş meğer. Geceleyin kızlarla 
	oğlanların birbirlerinin odalarına gitmelerini engellemek için otel sahibi, 
	zavallı ihtiyar anasını uykusuz bırakıp ona namus bekçisi görevini vererek 
	koridora dikmiş. Her odada dörder kız, dörder erkek yattığına göre, düş 
	gücü fena halde namussuz bu herif, bizlerin grup seks yapmamızı 
	engellemek istiyordu anlaşılan.
	                
	
	s. 
	176-178: Felsefe profesörü Reinchenbach ve dişçi okulunun başında olan 
	profesör Kantaroviç, İstanbul'a çok yakın bir kayak merkezi olduğunu 
	öğrenince, üniversite öğrencilerinin bundan yararlanabileceğini düşündüler. 
	Eşit sayıda kız ve oğlandan oluşan gönüllü bir kayak ekibi kuruldu. 
	Avusturya'dan iki kayak öğretmeni getirildi. Cebimizden tek bir kuruş 
	vermeden tepeden tırnağa donatıldık. Kayaklarımızdan tutun da 
	eldivenlerimize kadar her şeyi üniversite sağladı. Önce teorik dersler 
	aldık, sonra yol, yemek ve otel masrafları İstanul Üniversitesi tarafından 
	ödenmek üzere yılda iki kez on beş günlüğüne Uludağ'a götürüldük. Felsefe 
	profesörü ile dişçilik profesörü her zaman bizimle gelir; başka hocalar da 
	onlara katılırdı. 
	
	Dördüncü yılın sonunda epeyce ustalaşmıştım ama aynı yıl kayak kariyerim 
	sona erdi. Slalom yaparken öyle bir düştüm ki, sağ dizimde zaman zaman 
	acısını çektiğim bir menisküs oldu. Yürümemin imkanı yoktu. Ayağa kalkınca 
	dizim boşalıyor, yere kapaklanıyordum. Dönüş zamanı geldiğinde Avusturyalı 
	iki kayak öğretmenimiz bacaklarımı iple gövdeme bağladı. Sağ kolumu birinin 
	boynuna, sol kolumu ötekinin boynuna sıkı sıkı doladım. Beni aralarına alıp 
	en kestirme ve en dik yerlerden geçerek Karabelen'e inanılmaz bir hızla 
	indirdiler. 
	Altmış yıl önce Uludağ'da 
	sadece iki bina vardı: bizim kaldığımız, yatakhaneleri ranzalı Kayakevi ve 
	7-8 odalı bir otel. İkisi de odun sobasıyla ısınırdı. Bunların dışında tek 
	yapı, ancak bir odadan oluşan meteoroloji istasyonuydu.  Yazın otele 
	kadar iyi kötü bir yol vardı ama kışın ancak Karabelen'e kadar otobüsle 
	gidebilirdik. Hatta çok karlı kışlarda, dağın eteğinde kayaklarımızı 
	takardık. Hiç tecrübemiz olmadığı halde dağa ilk böyle çıkmıştık. 
	Arkadaşlarımızın bir kısmı Karabelen'de, bir kısmı Kirazlıyayla'da baygın 
	düşmüştü.  
	                             
	
 Türkan Şoray 
	Uludağ'da
	 
	Yıllar sonra 1970'lerde 
	Uludağ'a fünikülerle çıkıp o lüksü, çifter çifter kocaman otelleri, 
	telesiyejleri, teleskileri görünce afallamış kalmıştım. Hiç de 
	hoşlanmamıştım gördüklerimden. Çünkü görkemli ve ıssız bir dağ, "sosyetik" 
	denilen türden yapay ve sevimsiz bir mekana dönüşmüştü. Bu çirkin otel 
	yığını, bu süslü ve de beceriksiz kayakçıları görmemek, sadece o güzel dağı 
	görebilmek için yerleşim bölgesine sırtımı çevirdim. Bir telesiyeje binip 
	Fatin Tepe'ye yöneldim. Oteller ve kayakçılar arkamda kalmış, görünmez 
	olmuştu. Sadece uçuk mavi bir boşluk vardı çevremde. Sanki dünyadan tümüyle 
	kopmuştum, sanki uzayda bir yere sürükleniyormuşum gibi garip bir duyguya 
	kapıldım. Bu da beni müthiş tedirgin etti. Daha doğrusu, tedirginlikten öte, 
	bir çeşit dehşete düştüm. Çünkü o yapay mekanı, o yapay insanları 
	istemiyordum ama gerçek doğayı, gerçek insanları istiyordum. Uçuk mavi 
	boşluklarda yapayalnız olmaktan korkuyordum. Telesiyej Fatin Tepe'ye varınca 
	orada tek başına olan bir köylü çocuğu beni karşıladı. Bu 15-16 yaşında 
	oğlan bana "fena üşümüşsünüz" dedi. Sırtıma şefkatle bir battaniye sardı. 
	Ocağın başına çömelip elime bir bardak çay tutuşturdu. Dünyaya ve insanlara 
	geri dönmenin sevincini yaşadım.