| 
    
    
     | 
    
	
	   
	                                                                      
	 Osman Şevki Uludağ
	 
	
	 
     Uludağ hakkında yazılan en son kitaplar bizim kalemimizden 
	çıktı. Bu yazılarda dağdaki mabetlerden hemen hiç bahsetmedik. Çünkü bazı 
	Avrupalı muharrirlerin ve onların tesirine kapılmış olan Türkçe kitapların 
	söylediklerini doğru bulmuyorduk ve bizi aydınlatacak mehazlardan mahrumduk. 
	Hatta bütün yazılara mehaz olması lazım gelen ve her bir satırı ayrı bir 
	vesika hükmünde olması icabeden vilayet salnameleri bile doğru bulmadığımız 
	neşriyatı tercemeden başka bir şey yapmamışlardı. 
	    Şarl Teksiye (Charles Texier) birçok hektar genişliğinde ve iki başlı bir 
	yayla halinde bulunan Uludağ tepesinin doğu tarafındaki başında kuru taştan 
	yapılmış bir bina harabesi görüldüğünü ve bunun ufak bir kilise veya 
	manastır yıkısı sanıldığını yazar; bu kesin bildirişten sonra da oradaki 
	yıkının hangi devre ait olduğunu tayin etmenin mümkün olmadığını ilave eder. 
	Yine aynı muharririn yazılarında Konstantin Koprorim zamanında rahip Nisefor 
	tarafından kurulmuş olan Medis (Medice) manastırı da Uludağ’ da gösterilir. 
	    Homer de bu sözleri tekrarlar. Hâlbuki 1925’de bizim 
	yaptığımız araştırmalar sonunda dağ tepesinde ve gösterilen yerlerde insan 
	eli değmiş ve bir medeniyete işaret eden hiçbir iz bulunamadı. Bu 2550 metre 
	yüksekliğinde, şiddetli hava akıntılarının eksik olmadığı hatta nebat 
	hayatının bile tükendiği yerlerde alanın boydan boya birbirine benzeyen 
	taşlarla örtülü bulunduğunu gördük; orada hiçbir vakit bir tapınak 
	yapılmadığı sonucuna bu görgü ile vardık. Benimle beraber bu alanlarda 
	saatlerce araştırmalar yapan ve her birisi birer ilimde uzmanlık derecesine 
	erişmiş bulundukları için aramayı ve görmeyi çok iyi bilen on arkadaştan hiç 
	birisi söylenen yıkılara ait ufak bir iz ve küçük bir şahit bulamadılar ve 
	beni teyit etmiş oldular. 
	    Bununla beraber bu iddiamız Uludağ’ da kilise, manastır, 
	zaviye… diye tapınakların hiçbir vakit mevcut olmadığı anlamına 
	alınmamalıdır. Dağda bu gün dahi eskiden orada böyle eserler bulunduğuna 
	dair pek çok şahit vardır; Kilise tepesi, papaz kaldırımı, papaz pınarı, 
	tekfur alanı, gavur yenicesi… gibi adlar ortada dururken dağda eskiden 
	Hıristiyanlığın eserleri bulunduğu inkar olunamazdı. O halde bizim bazı 
	Avrupalı muharrirlerin söyleyişlerine aykırı olarak dağın tepesinde 
	bulamadığımız manastırlar yine bu dağın başka yerlerinde olmalı idi. 
	    Basit bir düşüncede bizim vardığımız bu hükme yardım etti; 
	münzevilerin aç kalmak, çıplak gezmek, toprak üstünde yatmak ve genel bir 
	deyişle çile çıkarmak için birçok yoksuzluklara katlanmaları arasında 
	tahammül edemeyecekleri bir nokta vardır. Onlar aç, susuz, çıplak 
	yaşayabilirler fakat tabiat güzelliğinden hiçbir surette fedakârlık 
	edemezler. Onlarca inzivanın bir manası da Allahın büyük kudretini daima göz 
	önünde bulundurmak için onun tabiata bağışladığı süsler ve güzellikler 
	karşısında bulunmak ve Allah'la baş başa kalmaktır. Düşünce denizine dalarak 
	yalnız onun büyük kudretini kafalarında tasarlamak isteyenler için lazım 
	gelen elemanların başında tabiat güzelliği bulunur. Çok gölge veren sık ve 
	yeşil ormanlar, ince şırıltılarla akan duru su kıyıları en güzel inziva 
	yerleridir ve Allahlık adamlar böyle manzaraların ruhu yükselttiğini, 
	tenhalığın haşmetli sükûnetinin ruhlara da tesir ederek yalnız Allah'ı 
	düşünmek gayesini kolaylaştırdığını söylerler. 
	    O halde onların kurdukları Allah evlerini vahşi tabiatlı ve 
	fırtınalar uğrağı olan dağ tepelerinde değil tabiaten süslü ve sakin dağ 
	köşelerinde aramak lazım gelirdi. 
	    Pek çok yazıcılar eski insanların çok yüksek tepeleri 
	Allahların oturmasına mahsus kürsiler sandıklarını söylerler, eski Avrupa 
	muharrirlerinin de dağ tepesinde tapınak aramaları bundan dolayı olsa 
	gerektir. Onlar böyle zanlarda bulunurken ya dağ tepesine çıkmayı çok yorucu 
	buldukları için bundan kaçınmış yahut tepede gördükleri bazı çukurların 
	jeolojik hadiseler neticesi olduğunu incelemeden oları tapınak yıkıları 
	sanmış olacaklardır. 
	    Fakat yine Avrupalı muharrirler arasında manastırları dağ 
	tepelerinde aramanın gaflet olduğunu yazanlar ve bizim düşüncelerimize 
	katışanlar da yok değildir. Böyle söyleyenler Şarl Teksiye’ nin ve Homer’ in 
	zanlarını tekzib ederler. Kezalik Şarl Teksiye tarafından Uludağ’ da 
	bulunduğu söylenilen Medis manastırının Trilya kasabasının bir kilometre 
	cenubunda bulunduğunu isbat eden ve Uludağ’daki manastırlardan hiç birisini 
	1500 metreden yukarıda bulunmadığını gösterenler de vardır ki bunların 
	dağdaki mabedler hakkındaki yazıları bizim de araştırmalarımızla 
	bağdaşmıştır. Bu son malumatı veren zat bizim vakit ve imkân bulmayarak 
	yarım bıraktığımız şahsi araştırmalarımızı daha üstün bir çalışma 
	neticesinde tamamladığı için yazılarımızda onun kitabından geniş bir ölçüde 
	istifade ettik ve eskiden yazdığımız Uludağ kitaplarının noksanlarını 
	tamamlamağa çalıştık. 
	    Uludağ’da tapınaklar Bizans zamanında yapılmıştır fakat 
	oraları Türkler eline geçtikten sonra Bizans papazlarının orada geçirdikleri 
	dini hayat Türk dervişleri tarafından da devam ettirildiği için bu kitapta 
	keşiş ile beraber dervişlerden de bahsetmeyi doğru bulduk. Gerçi dervişliğin 
	keşişlik ile ilgisi olmadığını ve sofuluğun esaslarını kurandan ve hadisten 
	aldığını söyleyenler vardır; Hıristiyan rahiplerinin dervişlere rehber 
	olmadığı da iddia edilir. Fakat keşişlikte de dervişlikte de çile, inziva, 
	oruç, gaye… tamamile birbirinin aynıdır. Biz bunların felsefesini yapmağa 
	teşebbüs etmeden keşişliği ve dervişliği yan yana getirdik maksadımız yalnız 
	Uludağ’daki tapınakların yerlerini göstermek ve buralardaki hayatı ortaya 
	koymaktır.
	                                                                              Eylül 1936 
	
     |