Şehre Saplanan Hançer

Bursa ve Kentleşme

Bir Şehrin Hançerlenmesi

   
                                                              Dücane Cündioğlu

             Göz göre göre dünyamızı yıkıyorlardı ve ne yazık ki işlenen cinayetlerin farkında olan çok az kişi vardı. Geleneksel mimarimizin en güzel örnekleri, yukarıdan aşağıya verilen beledi kararlar neticesinde, başkalaşım geçiriyordu.

            Hiçbir estetik kaygı duyulmaksızın pavyon ışıklarıyla süslenip aydınlatılan cânım mabedler, hazireler, tekkeler.

            Hele hele Emir Sultan Külliyesi.

            1855 depreminden sonra devrin siyasi iradesi sözümona yeniden imar etti fakat bu sefer mabedin o mütevazı ruhunu Tanzimat abartısıyla ezerek. Şimdiyse ferman Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin. İlk saldırı Emir Sultan’ın kalbine saplanan hançer: alt geçit. Hakikaten tam da çağın ruhu. Hoyrat, küstah ve acımasız.

            

            Hemen yanı başında zavallı Emir Sultan.O irkiltici yapay floresan beyazı, sanki sigara dumanından kararmış akciğer membranları kıvamındaki kokuşmuş sarıyla izdivaca zorlanmış gibi. Üstelik her pencerenin, her köşenin, her çıkıntının altında, kesme taşların üstüne üstüne çakarak, çatıdaki cânım kurşun tabakaları hınçla ezerek, biçerek, taşların üstünde tepinerek.

            Dana mı kârlı oluyor böylesi, bilemem. Bildiğim ve gördüğüm, petrol mavisiyle kirletilen o güzelim Yeşil Türbe silueti. Rahmetmemişler ve hiç acımadan Yeşil Türbe’nin üzerine katran renkli bir manto geçirmişler. Güya teknolojinin yardımıyla. Zorla. Eze eze. Mecbur tutarak. Hiçbir doğal ışık-gölge oyununa izin vermemişler. Çinilerini koruyamadıkları ama dış görünüşünü ışık patlamalarıyla boğmayı tercih ettikleri Türbe’nin o kendine özgü renk derinliğiyle oynamışlar. Kısaca derinliği yok etmişler.

            Renk kirliliği bir yana, mabedlerimizin kudsiyetine kasteden asıl o iğrenç ışık kirliliği. Nûr ve ziyânın yurdunda sadece ışığı değil gölgeyi de incitiyorlar. Sabahın sakin loşluğundan artık eser yok, insan ruhunun en ihtiyaç duyduğu o loşluk duygusu, o ürpertici loş atmosfer, ve bir de eşlik eden boşluğun sayesinde hacim duygusu. Emir Sultan Camii, Ulu Cami, Yeşil Türbe biraz zevk-i selim sahibi olan her vicdanın isyan edeceği türden neon ışıkları altında inliyorlar. 

    

            Emir Sultan’ı bir Pazar günü sabah vakti ziyaret ettim. Sabahın o muhteşem heybet ve asaleti pavyon ışıklarının altında yokluğa itilmişti. Işıkların saldırısı altında ne veda etmekte olan gecenin hüzünlü karanlığına el sallayabildim ne de mağrur ve mütebessim fecr aydınlığının haşmetine şahitlik edebildim.

            Camiin içi ise onlarca ampul vesayetiyle adeta ışık kusuyordu. Heybetinden eser yoktu. Belli ki Emir Sultan’ı ziyaret edenlere sabah mahmurluğu haram! Dışarısı hissedilmiyordu. Gecenin tabi uzantısı olan sevimli karanlığın da, günün neşeli ve taze aydınlığının da fark edilmesine bir türlü izin vermiyordu zalim ve cebbar teknoloji.

            Kesme taşların kendine özgü bir tevazûu vardır. Bir sadeliği. Işığın da gölgenin de o mahalle özgü oyunları olur. Sabah başka, öğlen başka, akşam daha başka. Mabedi inşa edenler bilirler de yaparlar.

            Osmanlı mabedinin dış yüzeyinde renk kullanımından mümkün mertebe kaçınılmasının bir nedeni de budur. Taşların kendi ışığıyla, kendi gölgesiyle raksetmesine izin verip aradan çekilmek. Mukarnasların, stalaktiklerin girinti ve çıkıntılarıyla biteviye üçüncü boyutun vurgulanması dahi bu sebepledir.

Beklenen sadece dördüncü boyuttur: zaman. Ve pek tabi ki zamanın a’raz-ı zatiyesinden muhtelif vakitler. Muhtelif ışıklar ve muhtelif renkler. Oysa şimdi tarihi yapıları metalik aydınlatma kutularıyla beziyorlar, neredeyse her metrekaresine bir aparat koymaya çalışıyorlar. Camilerin içi ayrı bir felaket zaten. Kocaman saat kutuları, klima gövdeleri, sarkan kablolar, artık yerlerine ampullerin doldurulduğu o kocaman mumluklu avize gövdeleri, yetmiyormuş gibi diskotek projektörleri ve en nihayet ibretlik renk ve desenleriyle yer halıları.

İnsan kendi evini bile böyle döşemez. Peki ya Tanrı’nın evini?

Hakkın asıl mabedi insanın kalbidir. Tecelligah-ı hakiki insanın gönlüdür. O mabedi ne kadar tezyin edebiliyorsak, taştan, ahşaptan, demirden mabedleri de ancak o kadar tezyin edebiliyoruz. ….Ne var ki kalpler de lüzumsuz edevatla dolu, mabedler de.

Bir zamanlar sadelik şiarımızdı. Dolayısıyla şimdilerde moda olan o sonradan görme gösterişçiliğinden uzak durmak gerek.

Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin yetkilileri ne Emir Sultan’ın kalbine saplanan hançerin (alt geçit) açtığı yarayı kolay kolay sarabilirler ne de restorasyon adı altında işlenen cinayetlerin kefaretini ödeyebilirler. Lakin mabedlerin üzerindeki o ışık katranından hâleleri, eğer isterlerse, bir çırpıda kaldırabilirler.

Bursa’da irfanın alâmeti mabedlerinin sadeliğiyle ölçülür. Çünkü bu şehrin tarihen riyaset ve firaset itibariyle evveliyeti vardır. Evveliyeti yani önceliği. Yöneticilerden beklenen de bu önceliğin hakkın vermektir. Güzelliğin.

 

Yazarın Felsefe ve Mimarlık (Kapı yayınları, 4. baskı, 2016) adlı kitabından (s. 114-117) kısaltarak alınmıştır.

Bu sitenin son güncelleştirilme tarihi 17/10/22