| 
                                                               
	                                                                                                                  
	   Özkan İrman 
	     Katana beygirinin çektiği 
	fayton Şible’nin Arnavut kaldırımlarında yaylanarak gidiyordu. Arka koltukta 
	oturan Kadri Efendi oturduğu sokağa geldiklerinde arabacıya “Dur” dedi. 
	Oğlunu görmüştü. İsmail Hakkı 7-8 yaşlarındaydı. Arkadaşıyla oyun oynuyor, 
	bir yandan da babasının gelmesini bekliyordu. 
	    
	O devirde Şible, tarihi Yeşil Camii’nin 
	altında bulunan, Bursa’nın en önemli mahallelerinden biriydi. 
	    
	Arabacı çok çevik bir hareketle duran 
	faytondan atladı ve İsmail Hakkı’yı kapıp babası Kadri Efendi’nin yanına 
	oturttu. İsmail Hakkı’nın en sevdiği şeydi bu. Evin kapısına kadar 
	gelecekleri o otuz metre hiç bitmesin isterdi. 
	    
	Daha evin önüne gelmeden hizmetli arabanın 
	gireceği avlunun çift kanatlı kapısını sonuna kadar açmıştı. Evin beyinin 
	akşam kaçta geleceği aşağı yukarı belliydi. Fayton daha sokağa girmeden 
	katana beygirinin taşta çıkardığı nal sesleri duyulur, tüm mahalleli Kadri 
	Efendi’nin geldiğini anlardı. O devirlerde katana beygirinin çektiği fayton 
	sahibi olmak demek bu devirde limuzin sahibi olmaktan bile mühimdi. 
	   
	Araba avludaki sundurmaya, at ahıra 
	çekildi. Avlunun ortasında devamlı akan ve Uludağ’dan gelen buz gibi kaynak 
	suyunun bulunduğu şadırvanda, buharlı oyuncak gemi yüzüyordu. Küçük oğlan 
	Şükrü o geminin yüzmesini neşe içinde izlerken hizmetli birden gemiyi 
	durdurdu, aldı, mermer basamakta oturan Şükrü’nün eline verdi. İki elini 
	suya daldırıp bir karpuz çıkarttı. O uzun yaz gününün akşam sıcağı buz gibi 
	suyu yaladığında, karpuz hizmetlinin elinde kütürdeyerek yarıldı. O buna 
	alışkındı, bir çırpıda gümüş tepsinin üzerine koydu. Bir damla karpuz suyu 
	bile mermerlere akmadan o çoktan mutfağa yönelmişti. 
	   
	Kadri Efendi’yi Şahinde Hanım karşıladı. O 
	sıcağa rağmen o devrin insanının hep üzerinde taşıdığı yün yeleği kocasının 
	sırtından aldı. Sonra kuşağını çıkarmasına yardımcı oldu. Kuşağın ucunu evin 
	hanımının eline tutuşturan efendi ellerini havaya kaldırıp beklerdi. Hanım 
	etrafında dolanarak kuşağı bir yün yumağı gibi koluna dolayarak, kocasının 
	belini boşaltırdı. Tabi önceden kuşaktan alınan gümüş cigara tabakası ve 
	gümüş kaplama toplu tabanca sehpa çekmecesine çoktan yerleşmiş olurdu. 
	
	   
	Hizmetli Kadri Efendi’ye yemekten önce 
	gümüş bir bardakta kızılcık şerbeti ikram etti. Kadri Efendi bir cigara 
	sardı, soluklandı. 
	   
	Gramafonda bir taş plak dönerken aile 
	yemeğini yemiş, çocuklar uyumuştu. Gümüş maltıza sayısız kez gümüş cezve 
	sürülürken Kadri Efendi kahveyi höpürdetiyor, bir yandan da nargilesini 
	fokurdatıyordu. 
	   
	Hint ipeği perdeler çoktan çekilmişti. Her 
	evin cumbasının ardında sallanan gaz lambaları evleri adeta dev bir fenere 
	çeviriyordu. Mis gibi lavanta kokan halis patiska çarşaflar yatağa serildi. 
	1938 yılının ağustos ayında Kadri Efendi Konağı’nda bir gün daha bitmişti. 
	
	   
	Kadri Efendi Cumhuriyet’in ilk yıllarının 
	ticaret erbabıydı. Çok varlıklıydı. İran halıları, ipek kumaşlar ondan 
	sorulurdu. 1938’in kasım ayının birinde Kadri Efendi’nin faytonu sokağa 
	girdiğinde bu kez hava çoktan kararmıştı. Arabacı dur denmeden de dururdu, 
	durdu. İsmail Hakkı’yı uyuyan babasının yanına oturttu. Araba avluya 
	girdiğinde anlaşıldı ki gelen Kadri Efendi değil, onun cansız bedeniydi. 
	Mermer avlu Şahinde Hanım’ın feryadıyla çınladı. 
	           
	*         
	*         
	* 
	   
	İlerleyen yıllarda iki çocuğuyla yalnız 
	kalan Şahinde Hanım elde avuçta ne varsa satıp geçinmeye çalıştı. Çocukları 
	küçük yaşta babasız kalmış, ticareti babalarından devralamamışlardı. Kötü 
	geçen günler vergi kanununun çıkmasıyla daha da kötüleşti. Dosyalar dolusu 
	tapu vardı. Arsalar, bağlar, bahçeler, evler. Her yıl bunların vergisi nasıl 
	ödenecekti? 
	   
	Şahinde Hanım kapı kapı gezdi. Vergisini 
	verene tapu dağıttı. Ama iki tapuyu vergi parasına bile alan olmadı. Onlar 
	Uludağ’ın eteklerinde, teleferik istasyonu yakınlarında bulunan bağ ve 
	bahçeydi. 
	   
	Büyüyüp serpilen İsmail Hakkı ve Şükrü 
	evden topladıkları gümüş çatal, bıçak, mangal ne varsa taş ile ezip kiloyla 
	satmaya, günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Sıra bakırlara geldiğinde Şahinde 
	Hanım Darülaceze’de temizlik işi bulmuş çalışıyordu. İsmail Hakkı ve Şükrü 
	sağda solda kahve köşelerinde uyuyorken Şahinde Hanım Darülaceze’de karın 
	tokluğuna çalışıyor ve orada kalıyordu. 
	   
	Şükrü bir gün Mudanya Limanı’ndan bir 
	gemiye binip gitti. Haytalığı 
	değil tayfalığı seçmişti. İsmail Hakkı da 
	askere gitti. İlk izninde bahriyeli üniformasıyla annesini ziyarete koştu. 
	   
	Muradiye’deki Darülaceze’nin kapısına bir 
	kadın görevli çıktı. “Anneniz Şahinde Hanım dün gece vefat etti” dedi. 
	İsmail Hakkı anacağını bir günle kaçırmıştı. Ve kadın küçük ipek bir mendil 
	uzattı. “Bunu anneniz size bıraktı” dedi. Mendil, dürülü bir bohça gibiydi. 
	İsmail Hakkı mendili açtı. İçinden bir çift gümüş küpe ve bir not çıktı. 
	Yazı Arapçaydı. İsmail Hakkı eski yazıyı da yeni yazıyı da bilirdi. Notta; 
	“İsmail Hakkı bunlar babandan kalan yegane şeyler. Bana yüzgörümlüğü 
	vermişti, bunları satma. Evlenirken hanımına verirsin!, yazıyordu. 
	   
	Annem Mükerrem Hanım o küpeleri ölünceye 
	kadar kulağında taşıdı. Babam İsmail Hakkı o günden sonra hiçbir şeyini 
	satmadı. Zaten satacak hiçbir şeyi de olmadı. 
	   
	Satacak bir şeyi kalmadığında çalmadan, 
	çırpmadan yaşayıp, çalışmayı seçen tüm dürüst ve namuslu insanlara sevgiyle… 
	                                                                                               
	9 Eylül 2014 
	                                            
	Yazarın "Sizin Çentiğiniz Var mı?" adlı kitabından kısaltarak alınmıştır. |