Nilüfer'de Sosyal Hayat




Bursa'da Sosyal Hayat

İlçelerimiz





 

                                                                                                                                     

       Nilüfer henüz çeyrek asırlık bir kent. Öncesi köyler, köy hayatı. Nilüfer'in Hikayesi adlı kitaptan (ed. Onur Ulutaş, Nilüfer Belediyesi yayını, 2014) derlediklerimizi, tanıkların anlatımıyla, mahalle adlarıyla sunuyoruz.

 Akçalar

s. 23: Odunculuk ve balıkçılık yöre halkının geçim kaynaklarıydı. Uluabat Gölü’nün doğu kıyısında yer alan yerleşimde 1900’lü yılların başında onlarca hane geçimini gölden sağlıyordu. Göl aynı zamanda ulaşım amacıyla kullanılıyor, tarım işçileri yolu sapa tarlalara kayıklarla taşınıyordu.

Mehmet Emin Yanar (d. 1930): “Babam balıkçıydı, göle giderdi. Babamın zamanında balıkçılık çok yaygındı, yaklaşık 40 hane balıkçılık yapıyordu.”

Alaadinbey (Fodra)

s. 43:  Eskiden Alaadinbey'den Özlüce’ye kadar uzanan köyün mera alanlarında ve Ayvalı dere kenarında ücretini köylünün karşıladığı çobanlar sürüleri otlatıyordu.

Atlas

s. 61, Hüseyin Sönmez (d. 1949): “Köydeki okulun temellerini biz attık. 1963’te yapıldı okul. Okulun inşaatında yevmiye ile çalıştık. O zamanın yevmiyesi 10 liraydı. Önceden inşaat ya da yol yapılacağı zaman kayaları dinamitle patlatırdık. Nerede kolay taş var, oraya gider dinamiti koyardık. Devlet malzemesini verirdi, sonra da patlatırdık.”

s. 65, Muazzez Esen (d. 1942): “Hıdırellez’de sabah erken kalkanın elleri yansın diye kapı saplarına ısırgan takarız. Ateş yakıp üzerinden hoplarız, buna ‘paskalya’ deriz.

 Beşevler

s. 81, Ziya Karakaşlı (d. 1935): “Eskiden buralarda pek yerleşim yoktu, şimdiki Yıldırım Caddesi, İzmir Yolu olarak kullanılıyordu. İzmir Yolu ancak 1956’da asfalt oldu.”

 Çalı

s. 93, Turhan Çalay (d. 1953): “Mesela Gümüşlük denilen bir bölge var. Yaylacık ile Çalı arasında ormanlık bir bölge. Adı Gümüşlük ama neden Gümüşlük denmiş, bilen yok. Tesadüfen yaşlı bir amca ile konuşurken öğrendim. Zamanında buralarda gümüş madeni çıkarılıyormuş. Maden imtiyaz hakkı Yaylacık’tan birine verilmiş.”

Ek Bilgi: Günümüzdeki Bursa-İzmir yolunun güneyi sulak alandı ve hayvancılığa uygundu. Sondaj kuyuları ve hiç dinmeyecek sanılan artejyen kuyuları açılarak tarlaların sulanmasında kullanılmaya başlanmadan önce ovadan çıkan pınarlar bataklık alan oluşturuyor, buraları mandaların barındığı yerler oluyordu. Çalı'daki ekilebilir bütün araziler 1844'te 3365 dönümken 1950-55'te sulama kanallarının açılmasıyla üç kat arttı.. Köyde hayvancılığın altın çağı sulama kanallırının açılmasından önceki yıllardır. .. Sulak alanlar azalınca önce mandalar tükendi. Traktörler fazlalaşınca öküzlere ihtiyaç kalmadı. Günümüzde Çalı'da hayvancılık bitmek üzeredir. Öküz, manda, eşek, yük beygiri ve katır tamamen tükenmiştir. Keçi sayısı 10-15e kadar gerilemiştir. Sadece birkaç koyun yetiştiricimiz kaldı. Süt ve besi ineği besleyenler de azaldı. At olarak birkaç rahvan ve yarış atından başka at da yok. 1965'e kadar köyde üç adet nalbant dükkanı vardı, son nalbant 1990'da kapandı. ... Ovada hendek-kuyu kazıcıları ve diğer ağır işlerde çalışan gündelikçi işçiler iş sahibiyle anlaşma yaparken "mandalar bataktan çıkıncaya kadar çalışırız, daha fazla çalışmayız" diye anlaşma yaparlarmış. Sulak alanlarda yatan mandalar ikindiden sonra, hava serinlemeye başlayınca bataklıktan çıkar ve otlamaya giderlermiş. Gündelikçilerin yaptıkları iş çok zor ve yorucu olduğundan,işi bir an evvel bitirmek ve dinlenmek istediklerinden, gözleri hep mandaların yattıkları batakta olurmuş. Çalı'ya ilk traktör 1952'de alınmış. Tarım Kredi Kooperatifi tarafından alının bu traktör 1952 model gazlı Ferguson imiş. Traktör köye geldiği zaman nasıl çift sürüleceğini görmek için bir tarlada deneme yapılmış. Traktörün pulluğunun daha derinden sürdüğünü ve bu işi daha çabuk yaptığını gören köylüler hayret içinde kalmışlar, içlerinden bir çoğu traktör almaya karar vermiş. Ancak cuma namazında vaaz veren köyün imamı "Sakın haaaa! Traktör alıp paranızı boşuna demire bağlamayın. Demir bir gün çürüyüp gider, paranız heba olur. Öküzlerinizin kuyruğunu sıkı tutun, bırakmayın" demiş. Bunu duyan köylülerin kafası karışmış, bir kısmı vazgeçmiş (Turhan Çalay, Çalıköy, Avrasya etnoğrafya Vakfı yayınları, s. 123-128, 202)    

    

 Dağyenice

s. 116, Mustafa Yavuz (d. 1950): “1977 senesinde bin 300 kilo tütün yaptık. Onların parasıyla bir traktörle bir römork aldık. Eskiden para azdı ama değeri vardı, çok iş yapardı. Şimdi bir traktör alabilmen için 6 sene tütün yapman lazım. … Atla şehire odun, kozalak götürürdüm. Çekirge’de, meydanın altındaki köprüye atları bağlardım. Han gibiydi orası, Hayri Ağa vardı onun yerinde 1 lirayı yiyip bitiremezdin. Kalan parayla 2-3 kilo zeytinyağı, gazyağı alır köye dönerdin.”

s. 119: Başka köyden biri bu köyden gelin alırsa damattan “toprakbastı” parası alınırdı. Köydeki delikanlıların önderi durumunda olan ‘delikanlıbaşı’ alırdı bu parayı. Birkaç düğünde biriken parayla Mudanya ya da Erdek’te deniz kenarında mangal yapılır ya da Bursa’da eğlenmeye gidilirdi.

 Demirci

s. 130: Dilimize aşık atmmak deyimini kazandıran aşık oyun, koyun ve keçilerin dizlerinde bulunan dört yüzlü aşık kemiği ile oynanırdı. Bu kemiğin dört yüzü için cuk, tok, allı ve kazak (bazı yörelerde cik, tök, öpen, alşı) isimleri kullanılırdı.

s. 132, Huriye Kutulu (d. 1943): “Nişanlılarımızdan kaçardık. Babam “nişanlın bizim kapının önünden geçerse seni vermem” derdi. Bayramlarda dere kenarında görürdük ama hiç konuşmazdık. Üç sene nişanlı kaldım ama hiç konuşmadık. Birbirimizi karşıdan görüyorduk.”

Ek Bilgi: 1940 yılında Bursa müze müdürü Naci Kum, ki aynı zamanda Halkevi Uludağ dergisinin arkeoloji yazarıdır, Demirci köyüne gelmiş. 19. asrın başında Osmanlı sarayının başpehlivanı olan Demirciköylü Suhteoğlu/Softaoğlu Mehmet'in hayatını araştırmıştır. Mehmet'in kızının izini komşu köy olan Misi'de bulmuştur. Kızının torunlarından birinin evinde şeceresini ve güreş müsabakalarında giydiği manda derisinden yapılmış kıspetini bulmuştur. İlginç olanı, kızı da Misi'de Suhteler denilen aileye gelin gitmiştir. Naci Kum'un bulduğu şecereye göre kökleri 12 İmam'a kadar inmektedir. Yani Alevi/Bektaşi inancına mensup bir soydan gelmektedir. Torunları onun kıspetini ölümünden 100 sonra bile mhafaza ediyormuş. Naci Kum şecereyi ve kıspeti Bursa Müzesine teslim etmiş (Turhan Çalay, Çalıköy, Avrasya Etnoğrafya Vakfı yayınları, s. 191-2).

 Fethiye

s. 142-3-4: İhsan Celal Antel 1925’te Kayhan mahallesinde bir konserve fabrikası kurdu. 1928’den sonra İnebey Medresesi’nde devam ettirdi bu işini. 1950’de şirketi dağılınca Fethiye köyünün karşısına kendi ismini verdiği fabrikayı kurdu. Mevsiminde işçi sayısı yüze kadar çıkan bu fabrika 1998’e kadar varlığını sürdürdü.

Tuğba Avcı (d. 1933): “Fethiye’nin yerlisiyim. 1950’de, 15 yaşımdayken konserve fabrikasında çalışmaya başladım. Asfalttan, Mudanya yolundan yani suya kadar elimizde kovalarla su taşıyorduk. Kazan başında mal haşlardım. 50-60 çalışanı vardı. Ama bizi sigortasız çalıştırdılar. Bu yüzden fabrika ile mahkemelik olduk, üç sene mahkemelere koştuk. Yalnız başıma kazanların başında ömür tükettim. Doğdum, büyüdüm, konserve işinde çürüdüm. 150 kuruş aylıkla çalışırdım. Mesai parası almadan gece yarılarına kadar çalıştığım oldu.”

s. 147: Çoçukların eğlencelerinden biri köyün hemen yakınından geçen Mudanya treniydi. Çocuklar çok da süratli olmayan bu trenin peşinden koşturmayı ve tren görevlilerinden gazete istemeyi eğlence haline getirmişti.

s. 148: Çok sert geçen 1940-41 kışında Mudanya treni buzlanan raylarda hareket edememiş, zor durumda kalan tren yolcularını Fethiye köylüler yardım etmişti. Ali Doğrusöz (1926) anlatıyor: “Tren hareket edemedi, 1 hafta orada kaldı. Oradan köye insan taşıdık, misafir ettik. Sonra vali bize ‘Amerikan basma’ ile gaz hediye etti.”.. Celal Erdem, 1939 anlatıyor: “Mudanya treninin faydaları da vardı, zararları da. Makinistler bir kürek ateşi bazen yanlışlıkla dışarı atardı, tren yoluna bakan evlere ateş sıçrardı. Ufak tefek yangınlar çıkardı. Bundan dolayı ev sahipleriyle makinistler arasında sürtüşmeler yaşanırdı. Tren yollarında bazen hırsızlar pusuya yatardı. Biz de hırsızlara karşı mahalleliden ikişer kişi devriye oluştururduk. Sabaha kadar köyün etrafında gezerdik”.

Gölyazı

s. 187, Tahir Sevinç (d. 1924): Bir ara patlama (1986'daki Çernobil nükleer sızıntısını kast ediyor) oldu, o yüzden bütün balıklar zehirlendi, öldü.

s. 191, Fatma Bozdemir (d. 1948): Köyde balık yapardık, ıstakoz yapardık. Canı isteyen ıstakoz kaynatıp ekmekle yerdi.

s. 195: Hıdırellez'de Nilüfer'in birçok yerinde gördüğümüz mantufar geleneğini Gölyazı'da da görüyoruz. Toprak küplere ve kavanozlara konulan yüzükler, gül fidesi veya ceviz ağacının dibine gömülür, sabah maniler eşliğinde topraktan çıkarılırdı.

s. 197, Fevzi Üner (d. 1966): Köyümüzün en önemli sorunu altyapı. Hiçbir belediye bu sorunu çözemedi. Her evin foseptiği var. Bu durum göl için sağlıklı  değil.

Görükle

s. 210, Nail Konu (d. 1957): İpek üretimi için her yıl 25 nisanda Kozabirlik'ten tohum alırdık. Kurtçukları 18-20 derecede odada bıraktığımız zaman böcek dışarı çıkıyordu. Yemeleri için dut yapraklarını küçük küçük kıyıyorduk. Onlar büyürken dört defa uyku uyuyorlar. Kimisi 2-3 günde bir uyuyor, kimisinin uykuları 4-5 gün. En son 8-9 günün sonunda kozalarını örmüş oluyorlardı. İpekböceği uykuya geçmeden önce üzerine ağlar sereredik. Uykudan uyanmaya başladığı zaman rutubet yapmaması, böceklerin hasta olmaması için ağları alınıp temiz kerevetlere konurdu. eskiden 3 metreye 3 metre gibi teller olurdu, onlara ranza ya da karavet deniyordu. Her uykuda böceklerin hem altı alınıyordu hem de kerevetler çoğaltılıyordu. Genişletmezsen birbirlerini ezerler. Sonra üzerine dal konuyor. Orada ipekböceği kozasını sarıyor. Tohumu aldıktan sonra 40 gün içinde koza oluyor. Zahmetliydi ama değiyordu. Tütün üretiline göre çok daha kısa sürede iyi kazanç getiriyordu. (Ek Bilgi: Bursa'da koza fiyatları 1985-1991 arasında zirveye ulaştı, 1992'de birden bire dibe vurdu. Bunda İran-Irak savaşının bitmesinden sonra İran'ın yeniden ipek piyasasına hakim olması etkili oldu. Maliyetini ve emeğini kurtarmaz hale gelince köylüler koza üretimini biraktı, asırlık dut bahçeleri sökülüp bahçe yapıldı. Turhan Çalay, Çalıköy, Avrasya Etnoğrafya Vakfı Yayınları, s. 113)

Ek Bilgi: Bütün köylerde bit ve pire gibi haşareler çok yaygındı. Üstelik bunlarla  mücadele etmek için geleneksel yöntemlerden başka çare yoktu zira kimyasal ilaçlar varsa da, henüz köylere ulaşmamıştı. Köyde hemen her aile ipek böceği yetiştirdiği için, bunu da evlerinin içinde yaptıklarından böcek zamanı mutlaka pire de olurdu. Bunlara küne piresi denirdi.Bunlarla mücadele her gün yıkanmak ve temiz çamayır giymekle olurdu. Pireye karşı ilaş kullanamazdınız çünkü kokusundan bile ipek böcekleri ölürdü. Zaten tütünlere 'mavi küf hastalığı' için atılan ve folidol  denen kuvvetli bir ilaç vardı. Tütün ekiminin yasaklanmasından sonra bal arısı besleyenlerin sayısı da bu yüzden artmıştır (Turhan Çalay, Çalıköy, Avrasya Etnoğrafya Vakfı Yayınları, s. 10).

s. 213, Ayşe Konur (d. 1933): Öyle teknoloji falan yoktu. Kardeşlerim Almanya'dan bir sene televizyon getirdi köye. Eve insan doldu, kıracaklardı evi. Radyo televizyon gelince her şeyden haberimiz oldu, duyduk, seyrettik. Ama daha kötü oldu galiba. Televizyon yokken hep bir arada otururduk, patlamış mısır yer, muhabbet ederdik.

Gümüştepe

s. 238, Hatice Ay (d. 1960): Çocukluğumuzda suyla çalışan üç tane değirmen vardı köyümüzde. 70'li yıllarda yıktılar. 

Hasanağa

s. 254, Zekeriya Nalbantoğlu (d. 1949): Tütün üretimi çok maceralı, zahmetliydi. Yediden yetmişe herkes kurtulduğuna seviniyor. 12 ay devamlı onun içindesin. Mayıs ayında bir başlıyor, kasım ayına kadar kırması, kurutması, dizmesi, beklemesi... Bunların hepsi iş. Ondan sonra kaça satacaksın, onun kaygısı başlar. Ama düzgün tütüp yapıp da sattın mı rahat ederdin.

 (Ek bilgi: Tütün üretiminin aşamaları çapalama, kırma ve dizmedir. Kırma denilen işlem, tütün yaprağının gündüz ışığında zarar görmesi nedeniyle gece saatlerinden sabahın ilk ışıklarına kadar, lüks ışığı altında yapılırdı.

s. 255, Sena Çelik (d. 1933): Bu köyde 40 seneden beri hamamcılık yaptım. 10 kuruşa insan yıkardık. Sonraları herkesin evinde banyo olunca kimse gelmedi. İşler iyiyken de çok para yoktu bu işte. Parası olmayandan yumurta alırdık. Bir yumurtaya sabahtan akşama yıkanırlardı. 10 kuruşa, 5 kuruşa, yüz paraya adam yıkardık. Eğer yumurta ucuzlarsa hamamda her yer yumurta olur, biz de pişirir yerdik. (Ek Bilgi: 1896'da eski Bursa valisi Ahmet Vefik Paşa'nın torunu Fatma Fahrünise Hanım arkadaşlarıyla Bursa'ya gelmiş, Misi köyüne de uğramıştı. Bir köylü kadınla sohbet ederken İstanbul'da hamamların çok pahalı olduğunu buna karşın Misi'de bir yumurta karşılığında köyün hamamında yıkanabildiğini anlatmıştır.)

s. 270 - 19. asır seyyahlarından İbnül  Celal Sezai anlatıyor: "Karaman köyü kahvehanesine gelindiğinde mola verip yemek yedik. Sonra yine arabaya binip Acemler'e geldik. Eski vali Zühdü Paşa hazretleri tarafından inşa edilen ve her doğa aşığının takdir ettiği iki katlı köşk, o ferahlık veren yeri süslemekteydi. "

İhsaniye

s. 274, Selami Cengiz (d. 1952): Biz çok tütün ekerdik. Tütün  kırmaya sabah 05'te giderdik. Eve gelip ellerimizi yıkadıktan sonra 8'de okula giderdik.

s. 275, Şerafettin Kurt (d. 1926): İlkokulu üçüncü sınıfa kadar okudum. Köyün okulu üç senelikti zaten. Biz tam diploma alacağımız zaman köy okulları beş sene oldu.

s. 276, Seyfettin Kurt (d. 1930): Eskiden nişanlılar birlikte Bursa'ya gidemezdi. Nikah olmadan şimdiki gibi nişanlını alıp gezmeye gidemezdin.

s. 281, Hüseyin Durmuş (d. 1930): "Fabrikalar açılmadan önce buralarda iş çoktu. Fabrikalar açılınca gençlerimiz orada çalışmaya başladı. Eskiden bu tarlaları bedava versek kimse almazdı. Sanayi bölgeleri kuruldu, 1990'dan sonra burası gelişti. Şimdi ne tarla kaldı, ne hayvan. Herkes kiralarla geçiniyor. Şimdi bolluk güzellik var ama insanlar bunu sevmiyor. Rahatlık var, istediğin yerde yaşa, istediğin yere git. kimse bir şey demez. İnsanların bir kısmı da bolluktan böyle yapıyor.

Selami Cengiz (d. 1952): Sanayi buralara gelince bizim tarlalarımız üzerine konut yapma ihtiyacı doğdu. Parseller değerlendi. Gençler arasında "babamdan üç tane ev kaldı. Bunu ben beş yapayım" diye düşünen çok az insan vardı. 1989'da muhtar olduğumda İhsaniye'de bir metre asfalt, kanalizasyon yoktu. Nilüfer yeni yeni kurulurken ilk başkan Ziya Güney'in çok emekleri oldu.

İrfaniye

s. 286, Mustafa Sarı (d. 1947): Ailem mübadeleyle geldiğinde önce Çekirge'den yer vermişler. "Biz köylüyüz, bize tarla, bağ, bahçe lazım" diyerek istememişler, İrfaniye'ye gelmişler. Buraya gelenlerin yarısı da Görükle'e gitmiş.

Ali Kes (d.1937): Ailem mübadeleyle gelince doğrudan Muradiye'ye götürmüşler bunları. Üç ay orada kalmışlar. "Gitmeyin burdan, size buradan ev vereceğiz, çarşıda üç dükkan vereceğiz" demişler ama bizimkiler köye gitmek istemişler. "İlle de köye gideceğiz, köylüyüz biz" demişler.

    "Mustafa'yı Yakaladık! "

Söylenceye göre işgal günlerinde Karacabey'den Bursa'ya gezmeye gelen Bulgaristan göçmeni Pehlivan Mustafa, Atatürk'e benzerliği ile Yunan jandarmalarının dikkatini çeker ve yakalanır, "Mustafa'yı yakaladık" sevinciyle Atina'ya gönderilir. Hatta Yunanistan'da bir hafta boyunca çanlar çalınır. Gerçek bir  süre sonra ortaya çıkar ama Pehlivan Mustafa aylarca sorguda işkence görmekten kurtulamaz. Karacabey'e döndüğünde artık kendisine "Yesir (esir) Mustafa" denmeye başlanır.

s. 298: Köyün binaları taştan yapılmıştır. Burada kerpiç kullanılmaz. Köyün doğu tarafındaki tarlalar 40-50 cm. kazıldığı zaman masa büyüklüğünde kaba ve yumuşak taşlar çıkar. Bu taşlar balta ile düzeltilerek bina yapımı için güzel malzeme sağlanmış olur.

Kayapa

s. 306, 313 Ahmet Ayhan (d. 1933): Tütünen eziyeti çoktur. Kurusu bitmeden yaşı çıkar. Tütün için yaz kış çalışırdık.... Köyde eski bir camimiz vardı, 1994'teki sel afetinde yıkıldı. 360 yıllık cami yıkıldı, 1985'te yeni bir cami yapıldı. Ustalar ev yaparken önce kerpiç keserler, sonra toprağı kalıplara doldurup öyle yaparlardı. Köyümüze 1971'in haziran ayında elektrik geldi. 1972'de belediye oldu burası, 74-75'te de evlerimize su geldi. Aslen değişim 1950'de başladı. 1950'ye kadar sefildik. 1950'den sonra rahmetli Menderes mahsulü para ettirdi. Köylüye tütün diktirdi. köylüyü çalıştırdı, ayağımızdan çarık çıktı, lastik giydik.

Ek Bilgi: Kayapa köylüleri her ne kadar her türden tarımla uğraşsalar da, nüfus arttıkça, bazı ürünlerin ekimi yasaklandıkça çocuklarını okutmaya, sanat öğrenmesi için bir ustanın yanına çırak vermeşe başladılar. 50 yılan bu yana Bursa'nın en ünlü araba egzozcuları Kayapalılardır. Otomotiv sanayinde köyden tamirci, pompacı, kaportacı, boyacı olarak pek çok zanaatkar yetişmiştir. (Sıraköyler, Turhan Çalay, Avrasya Etnoğrafya vakfı yayınları, s. 312)

Odunluk

s. 326, 330 İsmail Hakkı Kutluay (d. 1934): Bu köy kurulmadan dağdan odunlar kesilir, Nilüfer deresine salınırmış. Kesilen odunlar, kütükler buraya kadar gelirmiş. Herkes kütükteki damgasını bulur, kenara ayırırmış. Köyün ismi buradan geliyor. ... Bayramda Çekirge'ye gitmek için 25 kuruş para verirlerdi. O parayla Bursa'da bayramı yapar, dönerdik. Çoğu zaman da yayan giderdik. Yaşlılar sırtında çocukla Acemler'e kadar yürür, oradan arabaya binerlerdi. Buradan gece çamurlara bata çıka Hürriyet'e sinemaya giderdik. 1950, 60'lı yıllarda sinema Hürriyet'te yem fabrikasının alt tarafında, polis karakolunun daha aşağısındaydı.

s. 330, 333, Fahrettin Kutluay (d. 1947): O yıllarda aşağıdaki köprüye kadar gider, Beşevler'den gelip Pirinç Han'a kadar giden minibüslere binerdik. Şehreküstü'den yukarı çıkarken bir fırın var. O fırının arkasında sinema vardı. Daha yukarıda Dilek sineması ve Tayyare sineması vardı. Hanımla nişanlı olduğum zamanlarda bir gün bir baktım ki bu karşıdan geliyor. Bende teyzemin evinden çıkmıştım, İncirli Caddesi'nden aşağı yürüyordum. Beni görünce bir koşmaya başladı ki, eve nasıl gitmiş, soluk soluğa. Gençlikte ne biz kızlara yaklaşabilirdik kolay kolay, ne de onlar bize. .. Günümüzdeki sorunlarımızı sorarsan, Nilüfer'in vergileri çok ağır geliyor. İmar çıkmayan arazilerimiz var, onlar için vergi ödüyoruz. Bir de bize 2,5 kat imar veriyor, kurtarmıyor öyle olunca.

s. 333, Hüsamettin Çetin (d. 1947): Bizim buralarda çok değişim oldu. Ancak yer sahipleri bu değişimin ekonomik gelirinden eşit olarak yararlanamadı. Kimine sekiz kat, kimine iki kat izin verdiler. Şimdi hemen karşımızda İzmir yolunun bizden yana olan tarafında 15 katlı evler yapılıyor, bizim zeminimiz içinse "kaygan bölge" diyorlar. Bir de emlak vergileri, arazi alım satım vergileri çok yüksek.

Özlüce

s. 353, Aysun Oğuz (d. 1972): Üniversite ve hastanenin köyümüze yakın oluşu iyi bir şey ama çoğu köylünün tarlaları alındı, insanlar mağdur oldu. Köyün etrafındaki yapılaşma sonucu da ne köylü ne şehirli olabildik, ikisinin arasında kaldık. ..... Önceden hanımlar burada rahat gezemiyordu. 2011'de dernek kurunca bu sorunu aştık. Bayanlarımıza ahşap boyama, iğne oyası, diksiyon kursları açtık. Özlüce mahalle oldu ama halk olarak mahalle olamadı, kafa olarak geride kaldık. Derneğe bile karşı çıkanlar var. Biz de inatla faaliyeterimizi sürdürüyoruz.

Ürünlü

s. 363, Mükerrem Aydın (d. 1929): Köyde ipekçilik de yaptık. Tohumunu güzelce kanaviçeye alırdık. Ölmesinler diye, bazen koynumda tutardım. Sıcakta hemen çıkardı. Hemen dut yaprağı koparıp yayardık.

s. 366, Hüsniye Çalışkan (d. 1926): Genç kızlığımı pek yaşayamadım. Beni uyurken nişanlamışlar, uyurken vermiş babam. Beni aminle götürdüler. Eskiden düğün günü mezarlıklara götürürlerdi. Sonra eğlence olurdu, türküler söylerdik.